Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bundan tam da 100 sene önce (31 Mart 1325-13 Nisan 1909) bugün, Osmanlı Devleti'nin başkenti İstanbul'un göbeğinde, Osmanlı Ordusu'nun bazı birliklerine mensup küçük rütbeli astsubay, çavuş ve erlerden müteşekkil bir topluluk, âmirlerine ve beğenmedikleri birtakım siyasi teşekküllere karşı isyân ederek sokak hâkimiyetini ele geçirdiler.

Sultanahmet Meydanı'ndaki Meclis-i Mebusan'ı basarak bir mebusu, devrin Adliye Vekili'ni öldürdüler. Beğenmedikleri yolda yayın yaptığına inandıkları iki gazeteyi basıp, makinelerini tahrip ettiler.

Osmanlı Ordusu'nun, payitahtta çıkardığı son karışıklığın (biz buna "kardeş kavgası" da diyebiliriz!) üstünden 90 seneye yakın zaman geçmişti. 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması esnasında da, İstanbul'da sur içi bölgesi bir savaş meydanına dönmüş ve kargaşa, ancak orduya bağlı başka birlikler tarafından yer yer katliâma dönüşen kanlı sokak çatışmaları ile bastırılabilmişti. Her iki hadisenin ortak tarafı, ordu içinde çatışan askerî birliklerin toplumsal bir tabana sahip olmayışıdır; isyan edenler ve karşı çıkanlar herhangi bir sosyal sınıfın talebini temsil etmiyorlardı; sadece iktidar denkleminde yer alan bazı güç odaklarının "silahlı manivela" gibi kullandığı birliklerden ibarettiler; bu yüzden 1826'daki Vak'a-i Hayriye ve 1909'daki 31 Mart isyanı bir "iç harp" sayılmazlar. Halkın iktidar denklemine fiilen girmesi için Türkiye, 1946 seçimlerine kadar beklemek zorunda kalmıştır.

GERİCİ İSYAN MI, ORDU İÇİ HESAPLAŞMA MI?

31 Mart Vak'ası bir iç harp çatışması değildi fakat bütün göstergeleriyle bir ordu içindeki güçler çatışmasıydı. Biz bugün 31 Mart İsyanı'nı, ordu içindeki politizasyonun ve dolayısıyla disiplinsizliğin had safhaya çıktığı trajik bir hâtıra olarak değerlendirmeliyiz. 31 Mart hadisesi, ordunun ikiye bölünerek birbiriyle kapıştığı, muharebe sahası olarak İstanbul sokaklarının seçildiği talihsiz ve çirkin bir tecrübe olmuştur. İsyan bastırıldıktan sonra, iktidarı yeniden kontrolüne alan basın kuruluşları buna "İrticâi ayaklanma" adı verdiler ve Osmanlı toplumu içindeki iki gücün, yani gelenek direncine mukabil ilerici ve Avrupai güçlerin çatışması olarak adlandırdılar; hemen belirtmeliyiz ki bu, çok kaba-saba, genellemeci ve şematik kolaycılığın mahsulü bir hükümdür. 31 Mart'tan günümüze ve modern zamanlara intikal etmesi gereken anlam, Ordu'nun siyasete müdahale etmesinin ve kendi içinde siyasi kamplara ayrışmasının ne derece tehlikeli ve kural dışı bir eğilim olduğunun vurgusudur. Her kamu düzeninin meşrû temsil gücüne sahip tek ordusu olmalı ve bu ordu, günün siyaset yelpazesinde taraf olmak yerine, devletin ve toplumun güvenliğini sağlamak görevini titizlikle yerine getirmelidir.

31 Mart İsyanı, evveliyatı bilinmeden anlaşılamaz: II. Meşrutiyet İnkılabı, Rumeli'deki bazı askerî birliklerin İstanbul Hükûmeti'ne isyanı ile başlayarak başarıya ulaştı. 1908 Ağustos'u ile 1909 Nisan'ı arasındaki sekiz aylık zamanda olup bitenler bilinmeden 31 Mart'ı değerlendiremeyiz. Meşrutiyet İnkılabını küçük çaplı bir askerî isyanla yaparak, hiç ümid etmedikleri kadar kolayca iktidara geçen, ilk seçimlerde Meclis çoğunluğunu kazanarak ülkede en büyük siyasi güç haline gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları, bu süre zarfında şaşkınlık ve güvensizlik içine düşerek bizzat İTC üyeleri ile hükümeti kurmak yerine, güvenilir buldukları tecrübeli eski siyasi aktörlere devretmeyi tercih ettiler. İttihatçılar Meclis'te çoğunluğu sağlamış ve dolaylı yoldan hükümeti kurmuşlardı; basının büyük bir kısmı da Meşrutiyet'i, dolayısıyla İTC'yi desteklemekteydi; buna rağmen İttihatçılar kendilerini İstanbul'da emniyette hissedemedikleri için güvendikleri Rumeli bölgesinden aktardıkları ve Meşrutiyet taraftarı olduğunu hesap ettikleri Avcı Birlikleri'ni İstanbul Garnizonu içinde görevlendirdiler ve başlarına İTC'ya bağlı zabitler tayin ettiler. Hesab edemedikleri bir başka gelişme ise, İttihatçı propagandanın temel hedefi durumundaki II. Abdülhamid'in yerini, mevkiini ve itibarını koruyabilmesi olmuştu. Hele hele İTC'nin Meclis grubunu teşkil eden mebusların, II. Abdühamid'e saygı ve bağlılık gösterisinde bulunmaları İttihatçıları şaşkına çevirmişti.

İttihatçıların Rumeli'de organize ettiği Meşrutiyetçi isyan, Osmanlı ordusunun tamamı tarafından desteklenmese de anayasal düzene dönüş mânâsında anlaşılan Meşrutiyet İnkılâbı genel bir tasvib görmüştü. Osmanlı Ordusu'nun temel yapısı hâlâ geleneksel padişah otoritesine bağlı idi; yüksek rütbeli paşalar ve subayların durumunda Meşrutiyet'le birlikte devrim çapında bir değişiklik olmamıştı ve Osmanlı ordusunun ananevi statükosu pek sarsılmamıştı; buna mukabil iktidarın merkezi İstanbul Garnizonu'nda askerî güçler, iki farklı manzara sergiliyordu: Genç subayların sempati ve desteğiyle iktidarı kontrol eden İTC yanlısı birlikler ve geleneksel padişah otoritesine sadakat yemini etmiş eski yapıdaki birlikler.

ORDU GÜNLÜK POLİTİKAYA BULAŞINCA...

Subaylar, Meşrutiyet'le birlikte kendilerini günlü politikanın ta içinde buldular ve Meşrutiyet coşkunluğunun ilk günleri geçtikten sonra ordu içinde huzursuzluk kıpırtıları hissedilmeye başlandı. İnkılabın ilk günlerinde Edirne'de görülen ayaklanma, 1908 Ekim'inde Maçka sırtlarındaki Taşkışla birliklerinin ayaklanması önemli sinyallerdi; buna ilaveten alelacele Rumeli'den İstanbul garnizonuna getirtilen Avcı birlikleri, kâğıt üstünde İttihatçı sayılmalarına, "sizler Meşrutiyet'in nigehbânısınız" diye taltif edilmelerine rağmen Taşkışla'da başlarına verilen genç İTC taraftarı subayların telkin ettiği ideolojik eğitimin huşûnetinden şikâyetçi idiler. Huzursuzluk işaretlerini farkeden devrin Sadrazamı Kamil Paşa bu taburları geri göndermek isteyince Cemiyet'in şiddetli muhalefetiyle karşılaşmıştı; halbuki Kâmil Paşa İTC'nin başta güvenerek hükümeti emanet ettiği tecrübeli bir devlet adamıydı.

Öte yandan İTC yöneticileri, acemilikleri ve siyasi tecrübesizlikleri yüzünden ortamın gerginleşmesine zemin hazırlıyorlardı: Tarihimizde "Harbiye-Bahriye Krizi" diye bilinen hadisenin ana hatları şöyledir. 1909 Şubat'ı ortalarında, Sadrazam Kâmil Paşa, Harbiye ve Bahriye nâzırlarını değiştirmek isteyince İTC bu karara, "Bir tarafta istibdad ve izmihlâl, diğer tarafta hürriyet ve necât. Meclis bu yoldan hangisine sapacak?" mantığıyla karşı çıkmıştı. Sonuçta Osmanlı Donanması'nın İstanbul'da zırhlıları, Meclis binasını ve Yıldız Sarayı'nı tehdit eden bir gövde gösterisiyle Boğaz'a çıkarılıp topları hedefe tevcih edilerek Hükümet'in kararı Meclis'te tartışılmış ve Kamil Paşa Hükümeti, güvenoyu alamayarak düşürülmüştü. Meclis çoğunluğunu elde bulundurmasına rağmen İTC'nin meşru siyasi kurumlarına gemiler ve ordu birlikleriyle gözdağı vermesi, o tarihten sonra sıkça tekrarlanan sevimsiz ve talihsiz bir gelenek teşkil etmiştir. Güvensizlik kararıyla hükümeti düşüren İTC'li mebuslar, ordu ve donanmanın Meclis koridorlarına kadar uzanan tehdidini hiç yadırgamaksızın adeta pek tabii bir şeymiş gibi, "Orduya medyunu şükranız", "Ordu zaten milletin vatanın evladıdır. Onlar her vakit vatanı tehlikeden kurtarabilir. Her yerde bulunan asker ve zabitan, bu hürriyetin, bu meşrutiyetin hâdimidir" gibi ifadelerle durumu kabullenmişler ve ordunun tehdit ve desteğiyle siyaset yapmaktan ötürü memnunluk duymuşlardır. İşte bu nokta dahi Türkiye'nin modern zamanlardaki siyasi geleneğine kötü bir sayfa olarak eklenmişti; nitekim, bir bakıma hâlâ içinde yaşamakta olduğumuz darbeler döneminde bazı siyasi çevrelerin ordunun desteğinde iktidar yarışına çıkmak heveslerinin devam ettiğini görüyoruz.

100'üncü yılında 31 Mart İsyanı'nı tahlil ederken, bu hadisede pek belirgin şekilde çehresini gösteren taassup unsurlarını ibrâya kalkışmanın yersizliği ve lüzumsuzluğu âşikârdır. Herhangi bir toplumsal zemine yaslanmadan, sadece küçük zümre çıkarları ile sokağa dökülen isyankâr askerler, başta Derviş Vahdeti'nin Volkan Gazetesi olmak üzere, Meşrutiyet öncesinin geleneksel kalıplarına dönüş arzusu sergileyen bir kısım "başıbozuk"larla işbirliği içinde görünmüşler fakat devrin ulemâsını bünyesinde toplayan Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'den en küçük bir destek bile bulamamışlardı. İsyancılar arasına karışarak "Şeriat isteriz" haykırışlarıyla sağa sola saldıranlara ulemâ, "Şeriat istemenin de yolu vardır. Şeriat isteriz diye memleketi ihtilâle mi verirler?" diye çıkışmıştı. Adı geçen cemiyet, yayınladığı bildiride, açık dille Meclis-i Mebusân'ı savunmakla yetinmemiş, "meşveret ve Meşrutiyet'in, Şer'i-Şerif ahkâmına kesinlikle muvafık olduğu" yolunda görüş belirtmeye dikkat göstermişti.

DÜNDEN BUGÜNE "MERKEZ MEDYA"

O günlerin "merkez medya"sı içinde kabul edilebilecek bazı yayın organlarının isyana karşı ikiyüzlü yaklaşımı, daha sonra yaşayacağımız askerî darbe günlerinde birtakım medyanın riyâkar tutumuna da örnek teşkil etmiş olmalıdır. Meselâ Mizan Gazetesi isyanın ilk günlerinde isyancıların, "Şecaatleri dâsıtan-ı âlem olan Osmanlı askerini, tarih-i âlemde görülmemiş bir fazilet gösterdiği" için açıkça kutluyor, bununla da yetinmeyip "okuyucularımız adına vekaleten, kendimiz adına asâleten tek tek cümlesinin pâk alınlarından öperek ordumuza saygılar sunarız" diyerek isyana açık destek veriyordu. Ertesi günün Mizan'ı, Avcı Taburları'nda vaktiyle çok güvendiği için İTC ile alay ediyor, "İşte güvendiğiniz taburlar, milli gayret ve heyecan göstermekte geride kalmak yerine öncü oldular." diye isyancıları alkışlıyordu. İlk günlerin heyecanı yatışıp, isyanın eninde sonunda bastırılacağı anlaşılınca Mizan'ın tutumu da değişecekti; isyancılara hitaben artık şöyle diyordu Mizan Gazetesi: "Biliyoruz, sizin babanız hükmündeki subay ve komutanlarınızı sorumluluk altına sokmamak için onları başta işe karıştırmadınız ama artık iş bitti, onların emirlerini dinleyiniz." "Bir kısım medya"cılık geleneğinin, en azından bir asırlık geçmişe dayandığını görmek, insanı acı acı gülümsetiyor. Neticede doğru dürüst lideri bulunmayan, teşkilatsız, tabansız ve fikirsiz isyancıların İstanbul'daki geçici sokak üstünlüğü zayıflamaya başlarken Selanik'te tertib edilen Hareket Ordusu, trenlerle başkente sevkolunarak isyan bastırıldı. Garnizon içinde sözü geçen birliklere, Hareket Ordusu'na karşı direnç gösterilmemesini öğütleyen II. Abdülhamid'in davranışı dikkat çekicidir ve nitekim Yıldız Sarayı'nı koruyan muhafız taburları, tek kurşun atmadan sarayı Hareket Ordusu'na teslim etmişlerdi; buna rağmen isyancı askerlerin tutunduğu Taşkışla civarında sokak çatışmaları görüldü. Aynı orduya mensup farklı birlikler, Nişantaşı sokaklarında birbirlerini boğazladılar, Taşkışla'daki küçük direniş Hareket Ordusu'nun binaya yönelttiği top atışlarıyla dağıtıldı ve böylece İTC, İstanbul'da ikinci kere ordunun himayesinde yeniden otorite sağlayabildi.

FANTASTİK BİR MUKAYESE ÖNERİSİ

31 Mart'ın, "Medrese ruhunun mahsulü", "din ve şeriat namına" yapılmış çılgınca bir hareket olduğu fikri, sonraları artık doğruluğundan şüphe edilmeyen bir efsane hüküm haline gelmiştir. Bu kaba saba hüküm, bazıları için ne kadar rahatlatıcı olsa da, gerçeğin büyük bir kısmına yüz çevirmek anlamına gelir. Ayaklanma, dinî heyecanla genişlemiş olsa bile, ana sebepleri itibariyle sosyal ve siyasî rahatsızlıklara dayanıyordu.

31 Mart'ı değerlendirirken, isyanın getirdiği sonuçlar mutlaka hesaba katılmalıdır. İsyanın en önemli sonucu, isyanda payı ve parmağı bulunmayan II. Abdülhamid'in "Meclis kararıyla" tahtından indirilmesi ve Selanik'e sürgüne gönderilmesiydi. Abdülhamid'in hal'i, Osmanlı siyasî hayatından "geleneksel" olanın çekilmesi anlamını da taşımaktadır ve bu bakımdan temsili bir değeri vardır.

İsyanın bir başka önemli sonucu, siyasi edebiyatımıza "irticâ" kavramını getirmesiydi; bu uğursuz kelimenin 100 seneden beri evrile-çevrile tedavülde tutulması, ne kadar verimli ve doğurgan bir suçlama âleti olduğunu gösteriyor. İsyan bastırıldıktan sonra ordu içindeki çift başlı yapının tasfiyesi gerektiğini hisseden İTC, orduda büyük tensikata giderek adeta yeniden yapılanmaya girişti. Yüksek rütbeli paşalar ve subaylar tek yanlı kararla tasfiye edildi ve ordunun eğitiminde ideolojik tek tiplilik gözetilmesinin önemi farkedildi.

İsyan, İTC'yi bir anda devletin, saray da dahil olmak üzere en etkili gücü haline getirmişti; tensikat sadece orduda yapılmadı, bürokratik kadrolara da yaygınlaştırıldı ve Osmanlı bürokrasi tarihinin en geniş çaplı "kadrolaşma" hareketi başlatıldı. Ordunun ve bürokrasinin İttihatçı rengine büründürülmesi, elbette kolay olmadı, dirençlerle karşılaştı. Ordu içinde İttihatçı olmayanların hoşnutsuzluğu ve aksi istikamette örgütlenme teşebbüsleri ise, Balkan Bozgunu'nun başlıca sebeplerinden birini teşkil etmiştir. Balkan Harbi'ne komuta heyetindeki çift başlılık ve yüksek politizasyonun sarstığı subaylarla giren Osmanlı Ordusu, tarihinin en yüz kızartıcı mağlubiyetlerinden biriyle yüz yüze kalmıştı. 31 Mart İsyanı bundan 100 sene önce başladı ve sona erdi fakat sonuçları Türkiye'yi hâlâ etkiliyor. O devrin ve isyanın belli başlı figürlerini, bugünün Ergenekon Davası ve sanıklarıyla eşleştirmek, herhalde çok fantastik ve öğretici bir mukayese olurdu!