Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Her yıl belirli bir takvime göre basın-yayın kuruluşları günlerce Avrupa Birliği konusu etrafında duruyor, tartışmalar açıyor, yorumlara, tahminlere yer veriyorlar; kamuoyu ise ister istemez bu gelişmelere paralel olarak Avrupa Birliği üzerine kilitleniyor.

Türkiye'de olup bitenleri izlemekle görevli bir dış gözlemci bu durumu olağanüstü diye niteleyip şaşırmakta haklıdır çünkü Avrupa Birliği meselesi, Türkiye'de hâlâ bir ölüm-kalım meselesi olarak algılanıyor. Hamlet'in ünlü tiradını hatırlatırcasına "olmak veya olmamak" noktasında imişiz gibi konuyu abartmaktayız. Oysa ki her iki ihtimâlde de Türkiye'nin esaslı bir değişime uğraması beklenmiyor. AB'ye üye kabul edilmek, Türkiye'nin göğüslemek zorunda olduğu meseleleri mucizevî bir çözüm getirmeyecektir; kezâ ebediyyen birliğin dışında kalmak ihtimâli söz konusu olduğunda ülkemiz Sevr benzeri ağır bir siyasi bunalıma maruz kalmayacaktır.

Elbette AB'ye katılmanın avantajları, dışında kalmanın kısmî mahzurları vardır ama bu avantaj ve mahzurların, sanılanın veya takdim edilenin aksine hayati derecede önem taşıdığını ileri sürmek tarafgirlik olur. Bu noktada özellikle, "Ey Avrupalılar, Türkiye'yi AB'ye kabul etmezseniz, onlar da radikal İslamcı akımların kucağına düşerler" yollu tahminler, muhtevası itibariyle fevkalade aşağılayıcı imâlar taşımaktadır. Ne yazık ki son günlerde bu fikrin sıkça seslendirildiğine şahit olmaktayız; belli ki bu cümle, özellikle AB taraftarlarınca pek parlak ve tesirli bir fikir zannediliyor.

Türkiye, Osmanlı geçmişi de dahil olmak üzere hiçbir zaman radikal dinî akımlar paralelinde zihniyete sahip insanlar tarafından yönetilmedi; bu topraklarda Teokrasi hiç vücut bulmadı; bilakis, -özellikle Osmanlı geçmişini kasdederek ifade ediyorum- devrin şartlarına göre Türkiye'nin yöneticileri muasırlığa büyük önem verdiler ve devlet siyasetinde rakiplerinden geride kalmama düsturunu daima gözönünde bulundurdular; bu siyaset, bugün "çağdaşlık" diye adlandırdığımız şeyin ta kendisidir. Osmanlı Avrupası'ndan geriye doğru çekilmeye mecbur kaldığımız yıllardan itibaren muasırlık veya çağdaşlık, Osmanlı yönetici sınıfının neredeyse "fikr-i sâbiti" haline gelmişti. Türkiye'de modernliğin ilk önce saray ve çevresinden başlaması tesadüf değil, aksine çok mânidar bir olgudur ve Osmanlı tarihinin son asırları hakkında fikir yürütmekten hoşlanan ve Osmanlı Devleti'nin dinî baskı ve endişelerle yönetildiğini zanneden "ilerici" muhitler, bu olguyu nedense hep görmezden gelmeyi tercih etmişlerdir. Nitekim Osmanlı yönetiminde Batılılaşma izleri (veya modernleşme de diyebiliriz), evvela Sarayın ve elbette Sarayın kararlarını meşrulaştırmakla görevli dinî fetva makamlarının onaylamasıyla hayat bulmuştur. Batılı gelişmelere ilk olarak kucak açan kurumun Osmanlı ordusu olması da bir başka dikkat çekici noktadır. Kara ve deniz mühendishane mekteplerinin açılması ve bu hamleyi hemen Askerî Tıbbiye mektebinin takib etmesi fevkalade manidardır. Şüphesiz ki Osmanlı yöneticileri, bu cesur adımları atarken Batı'yı taklit endişesinden ziyade, "en az düşman kadar kuvvetli olmak" fikriyle yeniliklere rıza gösteriyorlardı. Kadim olanın terkedilmesi, şüphesiz her toplumda olduğu gibi Osmanlılarda da hoşnutluk doğurucu değil, acı veren, katlanılmak zorunda kalınan gelişmelerdi; buna rağmen devlet ve toplum olarak kimliklerini, varlıklarını, hayatiyetlerini korumak için Batılılaşmaya rıza gösterdiler ve bu yoldan sapmadılar. Batılılaşmayı belirli sektörlerle sınırlayıp, tesirlerini bütün topluma yaymamak için gayret gösterdikleri doğrudur; bu, onların henüz layıkınca tahlil edemeyecekleri bir gelişmeydi. Askerî sektördeki modernlik alâmetleri ister istemez haberleşmeden ulaştırmaya, eğitimden sanayiye kadar pek çok sektörde kendini hissettirecekti ve hissettirmiştir. III. Selim'den itibaren Batılılaşma siyaseti tâ Cumhuriyet'e ve hatta zamanımıza kadar bükülmez bir çizgi takib etti. Bu çizginin en mânidar yerinde Sultan II. Mahmud yer alıyor. II. Mahmud, Türkiye'de laik toplum ve siyasetin altyapı çalışmalarını başlatan adamdır ve henüz Türkiye imparatorluk modeli ile idare olunmakta iken, devleti "ulus devlet" modeline doğru dönüştüren çok ciddi ve kalıcı adımları atmaktan çekinmemiştir.

Son dönem Osmanlı padişahları, şahsen mazbut ve muhafazakâr bir kafa yapısına sahip olmalarına rağmen Türk modernleşmesini teşvik eden ve güçlendiren siyasetleri inatla takib ettiler. Abdülmecid ve Abdülaziz zamanlarında devletin merkezileşmesi, modern vatandaşlık hukukuna geçiş, ordunun Batılı usullere göre tertip ve eğitimi duraklamadan sürdürüldü. Bu siyasetin en kararlı takipçisi ve destekçisi ise, aleyhinde üretilen onca çirkin ve asılsız iddiaya rağmen II. Abdülhamid olmuştu. Sadece Batılı tarzda eğitim yaygınlaşması ve güçlendirilmesi için attığı adımlar bile II. Abdülhamid'i, "şahsen muhafazakâr ama devlet siyasetinde modern" bir yönetici ilan etmeye kâfidir. Mustafa Kemal Atatürk'ün Batıcı reformları, Türk tarihinde bir ilk değildi; bilakis Atatürk, temelleri çoktan atılmış modernleştirici dayanaklar üzerinde bu defa kararlılıkla modern bir devlet inşa etmiş olması bakımından seleflerinin takipçisi olmuştur.

Bu durumda AB'ye kabul edilmekliği bir ölüm-dirim meselesi haline getirerek aksi takdirde radikal dinî akımların kucağına düşeceğimizi ileri sürmek, iddia sahiplerinin tarih cehaletini gösterir; ikinci olarak Türk toplumuna ve Atatürk'ün inşa ettiği modernleştirici siyasetlere inançsızlık ve hakaret anlamına gelir.

Türkiye, AB'ye kabul edilsin veya edilmesin yoluna devam edecek özgüven ve iç dinamiklere sahip bir ülkedir. AB'ye kabulü halinde bir ivme kazanacağı muhakkaktır, ancak bu ivme, abartılı beklentileri karşılayacak derecede önemli olmayacaktır.

AKLINIZDA BULUNSUN: "ÖNGÖRÜ" ÜZERİNE BİR MEKTUP VE TUNCER GÜNAY

"Öngörüldü", karar alındı, uygun bulundu, tahmin edildi.

"Öngörüsü yanlış", Tahmini, kehaneti, sezgisi yanlış.

"Öngörülerinizi alalım", Tavsiyelerinizi, tahminlerinizi, tekliflerinizi alalım.

Öngörü veya öngörmek, herkesin 2-3 senedir ağzına yapışan bir kelime haline geldi; ve böylelikle az on tane aktif ve fonksiyonel kelimeyi yuttu. Tahmin, teklif, tavsiye, kehanet, uygun görmek, kararlaştırmak, istemek, sezgi ilk aklıma gelenler... Bu kelime ve deyimlerin yerine kullanılan öngörü kelimesini ne zaman duysam hastalığım sanki yeniden azıyor"

...

Kısacık bir mektup; yazarı Tuncer Günay. Şimdiye kadar 11 kitaba imza koyan Günay, şu günlerde ciddi bir rahatsızlık geçiriyor. Sizlerle paylaştığım mektubu ise, hasta haliyle bile Türkçe'ye, daha doğrusu milli varlık ve kimliğimizi ne kadar sahiplendiğinin belgesi hükmünde.

Öngörü, fena bir kelime değil; onu aspirin gibi anlam yakınlığı olan kelimelerin yerine kullanmakla dilimize ve kendimize fenalık ediyoruz.

Tuncer Günay'a âfiyet ve şifâlar diliyorum; eminim ki sizler de bu temennime dualarınızla iştirak edersiniz.