Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bu hikâyeyi bana vaktiyle bir ‘mülkî âmir’ anlatmıştı...

Mülkî âmirlerin, yani vali, kaymakam gibi mülkî hizmet kadrolarında bulununların kendi aralarında sohbet ederken, çalıştıkları yörelerden derlenmiş birbirinden güzel ve hikmetli fıkralar, hikâyeler değiş-tokuş ettiklerini bilen azdır. Bir gün içlerinden birisi gayrete gelip bu gibi fıkra ve hikâyeleri yazıp neşrederse ne güzel olur...

Hikâyeye gelelim.

Zamanımızdan altmış-yetmiş yıl kadar öncesine uzanıyoruz; merkezî idârenin henüz şehir merkezlerini kasaba ve köylere bağlayamadığı, yol, su elektrik gibi nimetlerin pek çok şehirde bile nâdirattan sayıldığı eski günler... Motorlu vâsıta çok az. Bu satırların yazarı, yarım asır yaşadığı Orta Anadolu’nun büyük şehirlerinden birinde ‘hususi’ diye tabir edilen otomobil sayısının iki elin parmaklarını geçmediği günlerin canlı şâhididir.

Derken tam burada, Binbirgece Masalları’nda olduğu gibi hikâye içinde bir hikâye nakletmeme izin vermenizi rica edeceğim, zira tam yeridir ve bizde merkez-çevre ilişkilerinin nereden nereye geldiğini iyi izah eden yaşanmış bir hâdisedir.

Kahramanmaraş’ın dağlık köylerinden biri... Yol yok. Dağın başındaki köye ulaşmak için eşek, katır veya at gibi hayvanlardan istifade ediliyor, o da yoksa ‘dayan dizlerim dayan!’ Şehre gidip gelmek eziyettir; bunun adliyesi var, nüfusu, tapusu, kaymakamlığı, jandarması var, hastası var sağı var; seyrek de olsa illâ ki, köylüler bazen kazaya veya şehre inmek zorundadır.

Köyün gençlerinden akıllı, biraz mektep görmüş cevvâl bir delikanlı vardır; civar köylere bakıyor ki onlar bir şekilde rica-minnet devlet katlarına istidâ verip köylerine yol, gibi su gibi bazı hizmetleri getirtebiliyorlar. Oysaki civar köyler içinde en mağdur olanı bunlardır. Kendisi gibi birkaç uyanığı harekete geçirerek kendince ‘köyümüze yol yapılsın’ kampanyası düzenlemeye karar veriyor. Hastalar artık doktorsuz, ilâçsız kalmayacak, medeniyetin nimetleri ânında köye ulaşabilecektir. Derken köyün yaşlılarından, hayli âkil bir adam (Bildiğiniz âkillerden değil ama), delikanlıyı yanına çağırıyor, delikanlı ‘aferin diyecek herhalde’ beklentisiyle kocanın yanına varıyor. Diyor ki âkil adam, “Oğlum, yeğenim; siz yol diye ortalığa düştünüz de işin ucunu hesapladınız mı bakayım?”; “Yoo” diyor delikanlı, “İşin ucunu ne ola ki, yol demek medeniyet, umran, sağlık, hizmet demek; yolu kim istemez ki?”

-”İyi de yeğen” diyor; “Yarın yol yapılınca o yolu en çok devlet kullanacak; tahsildarı yarım saatte şıp diye köyde; bunun daha jandarması var, kaymakamı, devlet adamı, mustantiki, âmiri-memuru var; biz bugüne kadar başımıza buyruk yaşadık. İyi kötü işimizi kendimiz gördük. Biliyorum tuhafına gidecek fakat, köyümüze yol istemekle yuları boğazımıza bağlayıp, ucunu devlete teslim edeceğiz; gerisini gayrı siz daha iyi bilirsiniz!”

Artık böyle düşünen var mıdır bilinmez fakat bu da farklı bir bakış açısıdır ve kendi halinde bir Anadolu gerçeğidir. Rahmetli Ahmet Cevdet Paşa, ünlü “Mâruzat” unvanlı eserinde, Çukurova ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yerleşik düzene geçmeyi reddedip Osmanlı idaresine kafa tutan yörük aşiretleri hakkında hayli etraflı bilgiler verir. “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” mısrâının şairi Dadaloğlu da, işte bu aşiret iskânına dair köylü itirazlarını seslendirir yiğitlik şiirlerinde. Çünkü aşiret bilir ki, dağdan düze inmek, göçerlikten yerleşikliğe geçmek aynı zamanda vergidir, askerliktir, devletin defterlerine yazılmaktır; zabt ü rapttır, devlet otoritesine boyun eğmektir.

Bu tarihî arka plan bilgisi bilinmeden, yukarıdaki hikâyeyi yerli yerine oturtmak kolay değil diyerek asıl hikâyeye kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Nerede kalmıştık?

İşte köylerin henüz şehirlerden kopuk, kendi halinde yaşadığı günlerden birinde köyün muhtarı ahaliyi topluyor, “Yarın vali gelecek, hazırlıklı bulunun.” diye tembih ediyor. Ertesi gün köylüler daha iyi görebilmek için damlara çıkıp seyre duruyorlar. Bir süre sonra bir toz bulutu kopuyor uzaktan, “Vali geliyor!” sesleri yükseliyor.

Hadiseyi, çok sonraları bir başka arkadaşına nakleden görgü şahitlerinden birinin şöyle anlattığı rivâyet edilir:

-Bizim köye geçenlerde bir vâli geldi; içinden bir adam çıktı!


Makam otomobilini vali zanneden köylüye gülemeyiz; hadisede ne vâlinin kabahati vardır, ne de köylünün eksiği. Bu vakayı sadece ‘arabasıyla bütünleşen adamlar’, otomobillerinin içinde olduğundan daha heybetli, daha afili, daha güçlü ve azametli göründüğünün farkında olan adamları fiskelemek için naklettim.

Zihninizi yoklayın bir... Hatırladınız değil mi; böyle insanların iki hâli vardır kabaca: birincisi arabalarının koltuğundaki halleridir; bu hâl, kendinden son derece emin, görmüş geçirmiş, vâriyetli, eli-kolu uzun, güçlü ve kendisinden râzı bir adamı resmeder. Bakışlarının yeterince etkili ve otoriter olmadığını hisseden bir kısmı, gece-gündüz fark etmez, şık ve pahalı bir gözlükle karizmayı pekiştirirler. Gözlük artık bir ihtiyacın eseri değildir; diğer insanlarla kendisi arasına renkli camdan bir duvar çekmek içindir. Siz onları önünüzden bir anlığına geçerken gördüğünüzde, “Ne kadar önemli bir adam” diye düşünürsünüz, “Böylelerinin hiç derdi olmaz” diye ilâve edersiniz; arabasının markası ve tipinden aldığınız ilhamla onun memleketin varlığı ve selâmeti bakımından çok gerekli biri olduğu hissine kapılırsınız.

İkinci hâl ise bu adamın arabasız hâlidir; onları, arabalarının sürücü koltuğunda değilken fark edemezsiniz; sair insanlar nasılsa öylelerdir, dikkat çekmeyecek kadar sıradan görünürler. Arabasından bir metre uzaklaştığı anda bütün ‘havası’ kaybolur, sıradanlaşır; kalabalıkla aynîleşir ve silinir.

O kişiyi bir belediye otobüsünde, bir dolmuşta tahayyül edemezsiniz, çünkü böyle ‘banâl’ vâsıtalarda görünmez, fark edilmez olurlar.

Otomobilleri, böyle insanlar için –filmlerde olduğu gibi- metamorfozu, yani dönüşümü başlatan bir sihirli kutu gibidir. “Köye bir vali geldi, içinden bir adam çıktı” hikâyesinin nüktesi burada incelikle tecelli eder. Arabadan inen, hepimiz gibi bir adamdır fakat arabasıyla birlikte olduğunda o bir validir veya hayatta nasıl olmak istediyse öyle biridir; güçlü, kibirli, etrafındaki her şeye, kendisine refakat eden figüran ve dekor malzemesi gibi bakan biri... Otomobili onu tamamlar, kemâle erdirir ve yüceltir.

Otomobilin bilmem kaç litrelik güçlü motoru onun kalbi, pazu kuvveti ve atletik kabiliyetidir. Motorun gürültüsü kendi sesidir, canı sıkıldığında bu ses ton değiştirerek klaksona dönüşür ve bu klakson daima aceleci ve asabidir. Kaportanın rengi, sahibinin bronzlaşmış derisidir; lastikleri yere basan ayağı... Otomobilin spor çizgileri ise onun olmak istediği bedendir.

İşin doğrusu şöyle olsa gerektir: “Bir otomobil geldi ve içinden bir ‘adam’ indi!”