Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Pazar sabahı, sabah on suları. Pazar keyfinin ayrılmaz rüknü haline gelen ince çekilmiş pide ve bol miktarda gazete tedariki için fırına doğru yürürken farkettim onu. Hizamı geçinceye kadar doğrudan bakmaya cesaret edemedim, siz bunu rahatlıkla "çekindim" diye yorumlayabilirsiniz. Adımlarımı ağırlaştırdım, kitapçı vitrinini seyreder gibi yaptım ve ancak gerisine düşünce kaldırımın kenarına dikilip onu uzun uzun seyrettim.

Saçlarını, neredeyse subay tıraşı diye tabir ettiğimiz tarzda kısa kestirmiş bir delikanlıydı o. Yüzünü pek iyi seçemedim ama benzerlerinden tahmin ediyorum ki mutlaka son derece ciddi, hatta kaygılı bir bakış takınmıştı çehresine. Vietnam ormanlarında Kızıl Vietkong çetelerinin baskınına uğramamak için etrafı kolaçan ederek adım adım ilerleyen bir kahraman Amerikalı komando çavuşunun tedirginliği, sırtından bile anlaşılmaktaydı neredeyse.

Ellerini uzun pardösüsünün ceplerine sokmuştu veya ben öyle zannettim. Pardösünün kemeri bel hizasından arkaya doğru başıboş bırakılmıştı. Sahibine göre bol bir pardösüydü bu. İçindeki şahısla pardösü arasına sanki birkaç tane tam otomatik piyade tüfeği, sekiz on şarjör, on onbeş tane tabanca, hatta birkaç roketatar veya dörtçekerli jip sığdırılabilirmiş izlenimini veren bollukta bir kesimi vardı pardösünün.

Elbisesi koyu renkliydi, pantolonu ütülüydü. Yirmi yaşlarında var-yoktu.

Yürüyüşünün kendi sınıfına mahsus, özel bir âhengi vardı. "Yaylanıyordu" desem mübalağa olur; "attığı her adımla yeryüzüne büyük şeref bahşeder bir edâ ile yürüyordu" desem gerisini siz zihninizde canlandırabilir misiniz?

Yirmi yaşlarında göründüğüne göre sakalı-bıyığı da terlemiş olmalıydı; hani o çağlardaki delikanlıların çenelerinde ve dudak üstünde, çöl yeknesaklığındaki şaşırtıcı çalılıkların varlığını andıran karartılar belirir ya!

Bakışlarını bir an görebildim: Aşılmaz Bizans surlarının en zayıf yerini kestirmeye çalışan bir Osmanlı topçu zabitinin gözleri nasıl enine bir çizgi halinde kısılarak bir ciddiyet suretine bürünürse aynen öyleydi.

Gelelim ayakkabılarına!

Tahmin edersiniz; ayakkabısı bana göre topuğu ile dizi arasındaki mesafeye denk gelecek bir uzunluğa sahipti; vaktiyle Boğaz'da süzülen zâdegân kayıkları gibi ince, uzun ve uç kısmı itibariyle yukarı doğru kalkıktı. Ayakkabıcı vitrinlerinde henüz yeni tesadüf etmeye başladığım bu yeni ayakkabı modelinin olgörüp nasıl müşteri bulabildiği yolundaki çocuksu merakım, böylece sahici bir örnekle yatışmış oldu. Yine de bu iki uzun kayığa benzer ayakkabıyla adım atarken kendisini nasıl olup da çelmelemediğini anlamak için yürüyüşünü dikkatle ve uzun uzun seyrettim.

Elinde, birkaç kere kendi üzerinde kıvrılarak dört parmağa geçirilmiş ve fırıl fırıl döndürülüp duran parlak taşlı bir tesbih vardı. Gençliğimde ben de bu tesbih numarasını yapabilmek için hayli uğraşmıştım ama bu seriliğe asla ulaşamadığımı utançla hatırlıyorum.

Nereye gidiyordu? "Galip ihtimalle bir kahveye!" diye cevaplandırdım bu suali. Mesaiye yetişir gibi bir hali yoktu, üstelik zaman mesai değiştirilen vardiya saatlerine de denk gelmiyordu.

Anladım; bu "ağır delikanlı" türünden bir gençti. Belki henüz ağır abi olamamıştı ama zaman ve fırsat meselesiydi; bu gidişle o da bir ağır abi olacaktı.

Yaşlanıyor muyum nedir; tam köşeyi dönüp gözden kaybolurken, "bu çocuk sabah kahvaltısı yapmış mıdır acaba?" diye düşündüm; nedendir bilmem içim cız etti. Herhalde annesi, "evladım, bir bardak çay iç, iki kaşık çorba ye de öyle git" diye kapı ağzında yalvarmış ama o, "istemez, kahvede atıştırırım bir şeyler" diye homurdanarak kayığa benzeyen ayakkabılarının bağcıklarını düğümleyip ardına bakmadan sokağa atılmıştı.

Peki cebinde harçlığı var mıydı, harçlığı? Akşama kadar kahvede, internet dükkânlarında kendine benzeyen arkadaşlarıyla kendi üslupları üzerine yarenlik edip vakit öldürürken çay içecek, puaça atıştıracak, icabında arkadaşına bir şeyler ısmarlayacak kadar parası var mıydı; kaç paraydı? Yoksa o tavizsiz ağır delikanlı çehresinin ardında bir başka arkadaşının ikramını dört gözle bekleyen bir çaresizlik mi barınmaktaydı?

Bu haliyle onu herhangi bir eğitim kuruluşunun öğrencisi olarak tasavvur etmekte müthiş müşkülat çektim. Ağır delikanlı ve öğrenci! Olacak iş değil; peki ne iş yapar, vaktini nasıl geçirir, ne söyler, ne düşünür diye meraklandım bu defa: Böyle bir gencin garsonluk, çıraklık, öğrencilik, işçilik yapmasını havsalam almadı; bu kibirli ve gururlu eda, ancak bir oto galeri, bir kıraathane sahibinde tabii durabilirdi; henüz tüyü bitmekte olan bir delikanlıda değil.

Bir öğretmen arkadaşla sohbet ederken konu "ağır delikanlı"lara geldi,

-Oo dedi, bizim okulda bunlardan birkaç yüz tane çıkar; sen daha yeni mi farkettin? Mahalledekilerin ise sayısına bereket!

Sonra yüzüme doğru eğilip, donuklaşan bakışlarımın ardında samimiyet eseri ararcasına sordu,

-Ne yani, şimdi sen hiç Kurtlar Vadisi'ni seyretmedin mi yani?