Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ermeni meselesi, 1915 senesinde âniden çıkmadı; evveliyatı vardır ve ayrıntısı çoktur, özetleyelim: 1878'de imzalanan Berlin anlaşması, Osmanlı hükümetini, yoğun Ermeni nüfus barındıran vilayetlerde (Vilayât-ı Sitte; yani, o günkü vilayet nizamnamesine göre Diyarbekir, Ma'muretülaziz, Van, Bitlis, Erzurum ve Sivas; bu altı vilayet bugün 30 civarında ili kapsar) mahalli reformlar yapmak ve Ermeni ahaliyi muhtemel mahalli saldırılara karşı korumakla yükümlü tutuyor, uygulamayı büyük Batılı devletlerin gözlemci sıfatıyla takib edeceklerini öngörüyordu.

Vaadedilen reformların o günün maddi şartları çerçevesinde Batılı gözlemcileri tatmin edecek seviyede uygulanamadığı açıktır. 1895 yılında, tarihimize "Ermeni Patırtısı" adıyla geçen kalkışma hareketleri başladı; isyancı Ermeniler 6 vilayetin genel valilik haline gelmesini, mali özerklik kazanmasını, Hamidiye alaylarının dağıtılmasını ve silah taşıma serbestîsi istiyorlardı. İsyan, yer yer sivillerin de karıştığı karşı eylemlerle söndürülürken önemli miktarda kan döküldü. ABD'nin Anadolu'da görev yapan konsoloslarından Milo Jewett, hükümetine reform planı uygulanmaya başladığından bu yana üç bin Ermeni'nin öldürüldüğünü yazmış ve şunları ilave etmişti: "Buradaki olaylarla Maraş ve Zeytun'dakiler arasında hiçbir benzerlik yok. Orada, Ermeniler, hükümete ve bölgedeki adaletsizliğe karşı silahlanmıştı. Burada ve yüzlerce Hıristiyan köyünde Türkler çaresiz ve karşı koymayan insanlara saldırdı ve onları öldürdü. Elbette Türk resmi haberleri bunun daha farklı görünmesini sağlıyor."

"Patırtı" bir yıl kadar sürdü ve yatışmış gibi göründü ama Osmanlı hükümetlerinin, Ermeni reformu bahane edilerek "Düvel-i muazzama" tarafından Anadolu'nun üçte birinde Yunanistan, Sırbistan, Girit'e benzer yeni bir Ermeni devleti kurduracakları korkusu hiç yatışmadı. 1915'teki tehcir kararının arkaplanında bu korku vardı ve İttihatçı hükümet, harbin getirdiği iç şartları bahane ederek Anadolu'daki Ermeni varlığını esaslı surette silkeleyip yerinden etmeyi düşünmüştü.

Tehcirin kapsamı, asıl tehdide göre geniş tutuldu; kısa sürede zâlimâne uygulandı ve hükümet, tebâsından yüzbinlerce insanın -en hafif tabirle- katledilmesine seyirci kaldı.

Bu cinayetleri biz görmedik; dedelerimiz, onların babaları gördü; şâhit oldular ve bir cinayete şâhit olup da olmamış gibi davranmanın ruhta meydana getirdiği çöküntüyü, bir şekilde kendilerini meseleden soyutlayıp mazur göstererek tedaviye çalıştılar.

Her yara üflemekle iyi olmaz; bu şahitlik, bu nisyânlar, "Onlar da akıllı durmadı; hâlbuki biz onlarla ne güzel geçinirdik" yollu mâzeretler, bu gibi sancıyan hafızayı üflemeyle soğutmaya kalkışmalar, aslında pek basit bir problemi hatırlatıyor bize; ahlâki bir problem! Hakikatin karşısında duruş problemi. "Hakk'a tapan millet" olmak övüncünü sakatlayan bir bilinç kaykılması. Bu duyguyu, 1895'teki "patırtı"nın bir kısmına şahit olan birisi, şöyle ifade etmişti: "Kendi gözlerimle gördüklerim yüzünden Türk fesi giymekten utanıyorum!"

Fesi, onun için mi yasaklamıştık acaba vaktiyle; hakikat karşısında dosdoğru durmak nefsimize ağır geldiği için mi, bir daha fes giymeye tövbe etmiştik? Olayların bazı görgü şahitleri, kanayan vicdanlarına tütün basmak için mi ortalıkta kalmış Ermeni yetimlerinden birkaçını evlat edinip Müslüman kimliğiyle yetiştirmişlerdi? Tehcir felâketine uğrayan samimi komşu bazı Ermeniler'i evlerinde saklayıp himâye eden dedelerimizin bu davranışı -ki böyle hareket etmeleriyle övünmekte haklıydılar- aslında o günlerde pek fecî, anlatılamayacak kadar fecî şeylere gördüklerinin tersinden ikrârı mıydı?

Daha dün "Dersim Patırtısı"nda kurşuna dizilen köylüleri gözüyle gören 103 yaşındaki emekli Emniyetçi'yi, "Kadın, çoluk-çocuk ölmüştür. Yalan değil. Öyle öldürme de değil, kurşuna dizdiler hem de. Yalan söyleyecek halimiz yok" dedikten sonra aniden frene basarak, "[Gerisini] anlatamam, çünkü çekinirim, korkarım" şeklinde konuşturan o "milli" tedirginlikten bahsediyorum. Millî endişelerle "Hakikat" arasında daha ne kadar bocalayacak, vicdânımızı inkârla daha nereye kadar uyuşturacağız?

Bir kollektif cinayeti gördükten sonra susmak, ahlâkı zehirliyor.