Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Hatıralar'ı kitap hâline getirilinceye kadar Ali Ulvi Kurucu ismi, benim için bu derece yoğun bir dikkat konusu hâline gelmedi; hakkında bildiklerim uluorta şeylerdi. M. Ertuğrul Düzdağ tarafından yayına hazırlanan 'Hatıralar'ını (2 Cilt, Kaynak yayınları, İst., 2007) yakından inceleyince, 1922'de başlayıp 2002 senesinde nihâyete eren bu hayat hikâyesinin, bugünlerde orta yaşlarını sürdürmekte olan bir sosyal ilimci için bilinmesi ve -asıl mühimi- hissedilmesi giderek imkânsızlaşan, farklı bir 'gerçeklik'i resmettiğini gördüm; öyle şeyler, öyle hadiseler ki, anlaşılması ve doğru anlam verilmesi için ayrıca şerh edilmesi, özel bir kavramlar listesi ihtiva eden özel bir sözlüğe bakılması lâzım geliyor.


Muğlak kalmamak için hemen küçük bir örnek vereyim: Ali Ulvi Bey'in babası başından geçen bazı incitici hadiseler sebebiyle 1939 senesinde ailesiyle birlikte Medine'ye "hicret" etmeye karar verince, yakın çevresinde hatırı sayılır bazı kişiler, bir akşam sohbetinde biraraya gelerek kararını yeniden değerlendirmesini istiyorlar. Toplulukta hazır bulunanlardan Hâdimli Vehbi Efendi, muhacerete niyetlenen İbrahim Efendi'yi (Ali Ulvi Bey'in babası) destekler mahiyette söz alarak diyor ki,

-Bırakın İbrahim Efendi gitsin de oğullarını okutsun. Ben oğullarımı okutamadım. Birisi tüccar, birisi avukat oldu (s.99)

Bugünün okuyucusu için yukardaki cümle anlamsız ve karmaşık görünecektir. Vehbi Efendi oğullarını okutamamaktan yakınırken, onların tüccar ve avukat olduklarını belirtiyor ve kendi zihin dünyasında çelişkiye düşmüyor; çünkü onun okumaktan anladığı, evlatlarının hukuk, iktisat gibi bilimler tahsil etmesi değildir; o, "okumak" kavramını sadece bir anlama tahsis etmiştir. Dinî ilimler.

Cümlenin kalan kısmını aktaralım ki, mânâ iyice tamamlansın:

-...Kitaplarımı düşünüyorum. Acaba ben öldükten sonra, kitaplarım hangi mezadda satılacak, hangi ellere düşecek, kime gidecek?

Kendi tarihini ve toplumunu kitaplar aracılığı ile tanıyan bir sosyal ilim erbâbı için Vehbi Efendi'nin davranışını yorumlamak çok kolaydır. Vehbi Efendi belli ki dindar bir insandır. Modern bilim kavramını tanımamakta, bilse bile ürkmektedir; onun için evlatlarının tüccar ve avukat olmalarını kariyerden saymamakta, bilim anlayışını "din" ile sınırlandırarak, o günlerdeki muhafazakâr kitlenin ne kadar yoğun bir inatla inkılaplara direndiğini göstermektedir, vb...

Oysa ki durum hiç de böyle değildir; Vehbi Efendi ve onun gibiler, dinî eğitimi, bütün eğitim sürecinin temeli ve çıkış noktası olarak görmektedirler. Dinî eğitim haddesinden geçmemiş bir eğitim kariyeri eksiktir, yarımdır, çünkü eğitimi alan kişi esas ve en önemli yönlendirmelerden mahrum kalmıştır ve bu suretle şahsiyetini ikmâl etmesi artık mümkün olmayacaktır. Dinî eğitim, sadece dinî bilgiler ve ilimler kazandırmakla kalmamakta, ahlâk ve şahsiyet biçimlendirmesini de ihtiva etmektedir. Bu tam da meşhur fıkradaki "vezir olmuşsun ama adam olamamışsın!" nüktesinin gediğini dolduran bir tesbittir.


Vehbi Efendiler bilir ki, toplumda herkesin sadece dinî ilimlerle yetinmesi gibi bir hâl mümkün olamaz; o topluma teknisyenler, hukukçular, tüccarlar, siyaset adamları da lâzımdır. Onlar eğitim itibariyle monolitik bir toplum düşünmüyorlar; din eğitiminin, eğitim içindeki ikame edilemez yerinin ihmâl edilmesinden acı duyuyorlar.


Bugünün Türkiyesi'nde Vehbi Efendi gibilere kısaca "gerici" diyoruz; en muhafazakâr dindarımız bile, "oğullarım okumadı, biri tüccar, öteki avukat çıktı" diye hayıflanmaz; eksikliği hisseder ama fikrini bu kadar çıplak ifadeyle seslendirmekten çekinir. Zaman değişmiş, modernite alâmetleri rekabet edilmez bir üstünlüğe erişmiştir: Geçerli bir meslek ve kariyer sahibi olmak, çağın bilgisine hâkim bulunmak, dolgun bir gelir elde etmek, toplumda muteber bir mevki edinmek olumlu değerlerdir; bütün bu olumlu değerlerden mahrum kalmak bahasına evladına dinî eğitim kazandırmak isteyen bir ebeveyn kalmamış gibidir; onlar galip ihtimalle, evlâtları için her iki nimeti de beraber taleb ederler.


Bu noktadan hareketle bir "doğru-yanlış" değerlendirmesine girişmek ve Tek Parti devrinin politikalarını eleştirmek mümkün, fakat benim dikkat çekmek istediğim, tam da bu noktada hayli müşkül bir zihin arkeolojisine girişmek lüzumudur: Bir şeyleri nitelemeden ve damgalamadan anlamak, üstelik doğru anlamak ihtiyacındayız ve elimizdeki kitap, böyle bir zihniyet arkeolojisinde bulunmak için -yukardaki örnekte olduğu gibi-, buna benzer yüzlerce farklı mesele sunmaktadır okuyucusuna. Ne var ki bu meselelerin doğru anlaşılması ve yorumlanması için gerekli "açıklayıcı ve aydınlatıcı bilgi" artık elaltından çekilmektedir. Böylece dedelerinin nasıl düşündüğünü, nasıl davrandığını, dünyaya nasıl baktıklarını, toplumsal değerleri önem sıralamasında nereye, niçin ve nasıl koyduklarını bilemeyen bir toplum hâline geliyoruz. İsbâtı mümkün: Ali Ulvi Bey'in Hâtıraları'nı herhangi bir üniversitemizde sosyal ilim eğitimi almış herhangi bir mezununa okutup değerlendirmesini istediğinizde, istediğinizi çok farklı bir notasyon (değerlendirme kriteri) kullanarak yerine getirmeye çalışacaktır ve bu tahlil elbette ki yetersizlikte mazurdur; çünkü biz, eğitim verdiğimiz gençlerimizi, -bırakınız bu gibi fikrî nüansları- dedelerinin cümleleriyle bile yüz yüze getiremiyoruz. Elli sene önce konuşulan ve yazılan dil, neredeyse "ayıplı", hatta utanç verici gibi kabul görmektedir. Aynı vazifeyi hakkıyla kemâle erdirecek öğretim üyesi sayısını tahmin etmek mümkün değil, fakat vahim derece az olduklarından eminim. Böylece Ali Ulvi Bey'in hatıraları, bizim ortalama okur-yazarlarımız için en azından Virgilius'un herhangi bir şiiri veya elektronik aletlerin kullanma kılavuzlarındaki metinler kadar 'yeniden tercüme ve şerh'e muhtaç ifadeler şekliyle görülüyor.

Her dil, kendi dünyasının anlamlarını saklar; bu yüzden bazen bütün kelimelerin anlamını biliyor olsak da her cümlenin mânâsına eremeyiz; o noktada daha bütünlüklü ve etraflı bir dil, hatta medeniyet bilgisi lâzımdır.


Hatıralar henüz bitmedi; ben bu kitabı el'an, yokluk yıllarında şehre yolu düşmüş fukara bir köylünün şehirde pişirilen beyaz francala ekmeğini yerken aldığı iştahı andırır bir lezzetle okuyup satır be satır sayfalarını çizerek notlar almakla meşgulüm. Cenab-ı Hak, sahibinin mekânını cennet etsin, başta Ertuğrul Bey olmak üzere bu esere hizmet verenlerden de râzı olsun.


Bu kitabı, işaret etmeye çalıştığım noktalara dikkat kesilerek okursanız zannederim çok daha fazla lezzet alacak ve istifade edeceksiniz, zira yazabileceklerim, yazdıklarımın yüzde biri bile değil.

Bu ziyafeti kaçırmamalısınız.

AKLINIZDA BULUNSUN: VEHBİ EFENDİ VE OĞULLARI

Yazıda bahsi geçen Vehbi Efendi, sonraki sayfalardan anlıyoruz ki (s.181 v.) "Hülâsat'ül beyân'ıyla meşhur olan âlimlerimizden Konyalı Vehbi Efendi'dir. Meşrutiyet Meclisi'nde mebus, Cumhuriyet idaresinde ise Şeriye vekilliği görevini yerine getirmişti.

"Okutamadığından yakındığı oğullarından Ahmet hâkim (99. sayfada Avukat diye geçiyor), Fevzi ise kumaş tüccarı olmuşlar ve Çelik soyadını almışlar. Tüccar Fevzi Çelik bilahire CHP'nin Konya il başkanlığında da bulunmuş. Ali Ulvi Bey'in aktardığı bilgiye göre, Fevzi'nin namaza da riayet etmekle birlikte hayır işlerine pek yanaşmadığı anlaşılıyor. İmam-Hatiplerin kurulma yıllarında yardım için gelen heyeti, "Hocam bu dilencilikten ne zaman kurtulacaksınız" sözleriyle soğuk karşılamış ve oradakilerin kalbini kırmış. (Geniş bilgi için s. 182 ve devamına bakabilirsiniz)