Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Rastgele kullandığımız sözlerin bile, kültürümüzün derinliklerinde mânâsı var: "Allaha ısmarladık" o cümledendir meselâ, "inşaallah" öyledir, "nasipse" öyledir. "Nasipse görüşürüz" derken sadece ecelimizin ve hayatımızın değil, bizi inşâ eden her şeyin Allah'a bağlı olduğunu ve ancak O'nun irâdesiyle varoluş tarzımızın kaim olabileceğini peşinen kabul ederiz.

"Nasipse" demek, bizim dışımızda ve tâbi bulunduğumuz irâdeyi farkedip ona baş eğmek, eski ve eskimeyen tâbirle "inkıyâd" etmektir.

Ah kelimeler. İnkıyâd deyince Şair Bâki Efendi'nin o şâhâne gazelini satır be satır teemmül etmenin tam yeridir şimdi,

Ferman-ı aşka cân iledir inkıyâdımız

Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız

Baş eğmeziz edâniye dünyayı dun içün

Allah'adır tevekkülümüz itimadımız

Biz müttekâ-yı zerkeş-i câha dayanmazuz

Hakk'ın kemal-i lütfunadır istinâdımız

Zühd-i salâha eylemezüz ilticâ hele

Tutti eğerçi âlem-i kevn-i fesâdımız

Meydan safâ-yı bâtın-ı hûmdur garaz heman

Erbâb-ı zâhir anlayamazlar murâdımız

Minnet Hüdâ'ya devlet-i dünya fenâ bulur

Bâki kalır sahife-i âlemde adımız

Divan şiirini, "saray şiiri" zannedip gençlere öyle telkinde bulunanlar, ne edebiyattan ne de fikirden haberdardır! Bâki bu şiirinde âdeta Müslüman duruşunun manifestosunu kaleme alıyor; ilk defa söylenmiş değildir ama sanatın sihri ve olanca hikâyesi de budur işte, "yeni bir şey değil, yeni bir söyleyiş."

Birine "Allah razı olsun" demiş isek, büyük ihtimâlle o kişiye minnetimizi ifade etmek istemişizdir. "Senin bana yaptığın iyilik, Allah'ı hoşnud edecek kadar güzeldir; mükâfatını da Allah versin" makamında söyleriz bu sözü. Halbuki "Allah razı olsun" demek, eğer şuur katına yükselerek sarfedilmiş ise, hayat görüşünün kısa yoldan ifâdesidir ve hayat görüşü, insanın her iki dünya hakkındaki temel yaklaşımlarını belirleyen bir duruş yeridir. Bu temennide "Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak" anlamı ilk bakışta çok önde duruyor; zımnındaki mânâya gelince...

Biz bu tâbiri bilerek veya bilmeyerek her tekrarımızda İslâm'ın bizim hayatımızdaki merkezî ve bir başka şeyle ikaame edilemeyecek yerine atıfta bulunmuş oluruz. Sırf bu sözle İslâm'a dair olmayan dünyadan ayrılır ve İslâm'a ait olan dünyadaki yerimizi alırız ve varlığımızın sebep ve anlamını Allah'a rabt ederiz. Bir hatırlayış belki ama ibâdetlerin tamamı hatırlayıştır zaten.

Çağımızın en dikkate değer İslâm mütefekkirlerinden Seyyid Hüseyin Nasr ile yapılmış mülakatları bir araya getiren "Söyleşiler" isimli kitabı okurken (İnsan yayınları, İst. 1996, 247 s.) bu fikir zihnimde çiçekleniverdi. Mülakatı yapan kişi şöyle bir soru soruyor Nasr'a,

"Bizim kültürümüzde ressam veya zanaatçı olmayan insanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir kütüphanede veya fabrikada çalışan herhangi birinin dünya ve kutsala karşı yaratıcı bir tepkiyi paylaşması veya bu tepkiyi yaratıcı bir şekilde ifade etmesi mümkün mü?

-Mümkün, çünkü yaptığımız herşey, iyi veya kötü sanat olması farketmez, zaten sanattır. İnsanoğlu üç şey yapar. Günlük varlığımızla bağlantılı üç öge vardır. Bunlardan birincisi yapmak, ikincisi yaratmak, üçüncüsü ise bunlara zemin oluşturan mevcudiyetimizdir. Hepimizin bir mevcudiyeti vardır ancak genellikle bunu farketmiyoruz. Yalnızca var olmak bile muazzam bir düşünme, tefekkür ve nefis terbiyesi gerektiriyor. Bu çok zor bir şeydir. Günlük yaşantımızda ender olarak kendi varoluş denizimize dalıyoruz, daha çok rol yapmak ve yaratmakla uğraşıyoruz. Teorik olarak yarattığımız herşey ve bütün amellerimiz bir sanat haline gelebilmeli. Herşey İlahi'ye bir cevap olmalı. Yüce bir hâlet-i ruhiyeye sahip olduğunu farkeden bir insanın yemek yemesi bile bir anlamda İlahi'ye cevap vermektir. Yürümek, nefes almak, yemek yemek gibi insan hayatının vazgeçilmez amellerinden alınan haz, modern sanat anlayışındaki sözde büyük yaratıcılıktan alınan hazdan hiç de az değildir. Yukarda belirttiğimiz halet-i ruhiyeye sahip bir kişi, daima yaptığı işlerde Allah'ı zikrettiğinden daha büyük haz alır."

Benim bu cevaptan anladığım mânâ -ki okuyucu kendi yorumunu yapmakta elbette serbesttir- dünyevi vasıfları itibariyle sıradan bir mü'minin (yani sanatla uğraşmayan, felsefeden, kelâmdan bîhaber, tefekkürle fazla hemhâl olmamış bir şahsın), gündelik hayatın içindeki dinî ritüeller aracılığı ile varlığını idrak katına yükselmesi ve bundan lezzet alması imkânına sahip olduğudur. Yemekten sonra "Elhamdülillah" derken, sözün derinlerdeki anlamını alışıldık bir hâletle ıskalamış olsak bile "vird" ediyoruz, tesbihde bulunuyoruz ve varlığımızı bize sahip olan kudret'e izâfe ediyoruz. Sözün kalpte yerini bulması elbette asıl murad olunandır ama din geleneğinin içine yerleştirilen ve çok kullanıldığından ötürü derinlerdeki anlamından sıyrılmış sözler bile bir nevi felsefi faaliyette bulunmamızı sağlıyor. Ve bu hâletle İslâm olmayandan ayrılıp İslâm olana dahil oluyoruz; şüphesiz ki iman idrakinin en zayıf katıdır ama yine de aidiyetimizi temin ediyor.

Belki küçük ve önemsiz gibi görünür ama İslâm olmayandan ayrılmak ve o âleme dahil bulunmadığımızı -velev ki- en düşük idrak derecesinde bile izhar etmek çok önemli bir duruştur. İslâm'a ait olmakta kusurlarımız, noksanımız olabilir ama bu andan itibaren eksikliğimiz bir iç mesele haline gelmiştir.

İşte bu küçük ve alışkanlık eseri gibi görünen sözler, uçsuz bucaksız denizin ortasında seyreden bir gemicinin sık sık nerede olduğunu hatırlaması için pusulaya ve sair âletlere bakmasına benzer. Durumumuzu, yerimizi, nisbetimizi hatırlar, gözden geçiririz.

...

Çok şükür!