Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Tanınmış tarihçi Robert Mantran'ın Gazete Pazar'da yayınlanan röportajında, takriben bin sene aynı coğrafyayı ve kültür çevresini paylaştığımız Ermenilerle ilgili çok dikkat çekici notlar vardı; Mantran, Osmanlı toplumunda Ermenilerin "millet-i sadika" lakabını kazanabilmiş olmasının önemini vurguladıktan sonra Doğu Anadolu'nun Ruslar tarafından işgaliyle birlikte siyasi gerilimin arttığına dikkat çekiyor ve tarihimizde "Ermeni Kıtalı" adı verilen hadisede "her iki tarafın da" birbirini katlettiğini resmen açıklamamızın zamanının geldiğine hükmediyor.

Devlet adına resmi görüş açıklayan zevatın, tarihçilerin tavsiyesine uyarak siyaset belirlediği henüz görülmüş işlerden değildir; bu yüzden Mantran söyledi diye resmi tarih tezimizde bir ıslahat yapılacağını beklemiyorum. Lakin bilinmelidir ki Mantran esasen doğru bir vakıanın resmen açıklanmasını istiyor ve bu jestin Batı kamuoyunda iyi etkiler uyandıracağına inanıyor. Batılı kamuoyu nezdinde sempati kazanmak niyetiyle değil; ama tarihimizin gerçekleriyle yüz yüze gelmek adına bu fikrin isabetine ben dahil kail bulunuyorum.

1915 yılı, Dünya Harbi'nin en sedit senelerinden biriydi ve Ermeni komitacıları, kendilerine vaat edilen dış desteğe güvenerek Anadolu'da büyük katliam yaptılar. Buna mukabil tehcır kanunu uygulanırken Anadolu, Ermenilerin de bir yıl evvel yaptıklarını hatırlatır tarzda muameleye maruz kaldıkları aşikardır; tarihi kayıtlar bir yana dedelerimizden duyduklarımız karşılıklı bir kit'alın cereyan ettiğini gösteriyor. Hadisede kimin suçlu olduğu ayrı bir meseledir; benim işaret etmek istediğim husus, "tehcır" kanununu müteakiben İstiklal Harbi'ni kazandıktan sonra Lozan Antlaşması çerçevesinde tatbik edilen "mübadele" ile Anadolu nüfusunun "tekilleşmesi" problemidir.

Osmanlı toplumu, bugünle kıyaslanamayacak derecede farklılıkları hazmetmiş ve farklılıkları nazar-ı dikkate alarak kendi ahengini tesis etmeyi başarmıştı. Bu hususta düşünürken Refik Halit Karay'ın, Birinci Dünya Savaşı esnasında Ankara'da sürgün hayatı yaşarken şahit olduğu o meşhur yangın tablosu aklıma gelir; Refik Halit Bey'in anlattığına göre o büyük yangın Ankara Kalesi civarındaki gayrimüslim mahallesine sirayet ettiğinde hemen her evin önüne bir piyano fırlatılmıştır ve bu belde devletin payitahtı İstanbul veya kozmopolit karakteriyle maruf İzmir değil, o günlerde yoksul bir Anadolu kasabası görünümündeki Ankara'dır. Buradan hareketle piyano sesi dinlemekle "çağdaşlık" arasında ucuz paralellikler kurma niyetinde değilim ama çok uzak sayılmaz, dedelerimiz gayrimüslimlerle komşuluk eden, onların hukukuna, inancına riayet eden, karşılıklı hatır-gönül sayan bir tabii kültür çevresinin insanları idiler ve farklılıklara tahammül vecibesini bizim gibi teorik olarak bilen değil, bizzat yaşayan bir nesil idiler.

Gayrimüslimler ile komşuluk etmeyi yüzlerce yıl büyük bir olgunlukla başarabilen Anadolu, bugün onların yokluğuyla açılan boşluğu, kendi cinsinden unsurlarla henüz layıkıyla dolduramamış olmanın sarsıntısını yaşıyor; "tekillik"ten kastım bu. Dedelerimizin "bir arada yaşama tecrübe ve edebi"nden geri noktadayız. Özellikle 1913'te Rumeli'nin beşeri coğrafyasından tamamen koptuktan sonra insan unsurumuzun tekilliği, daha çıplak bir şekilde tezahür etti.

Bu fikri, "tarihin çarkları tersine işlesin; Anadolu'yu terk eden Ermeniler ve Rumlar geri gelsinler, beraber yaşayalım" safdilliği ile zikretmiyorum ama bu beraberlikten kazandığımız hasletlerin değerini hatırlatıyorum. Şimdilik çok derinlerde seyretmesine rağmen birbirimize karşı beslediğimiz hıncın ve öfkenin keskinliği beni ürkütüyor; hiçbir kışkırtmaya karşı emniyet mesafemiz ve güvencemiz yok. Yakın tarihe dair bildiklerimizi, televizyon ekranlarından taşan görüntülerle yorumlamaya kalkıştığımda neredeyse tüylerim ürperiyor: Şöyle göğsümüzü gere gere, "Artık böyle tahriklere kapılmayız, defalarca yaşadık, zararını gördük, ma'seri hafıza diye bir şey vardır; akıllı bir topluluk ibret almasını bilir." diye güven duymak için makul bir sebep görünmüyor. Kışkırtmanın, abartının, iftiranın, dedikodunun bini bir paraya düştü. Aynadaki "tekil" ve yalnız çehremizle henüz barışamadık.

Beşeri tecrübe ve gelenek, dün işimize yarıyor, bunaldığımız yerde yol gösteriyordu; tecrübe ve geleneğin manasız kaldığı yerde "düşünen ve akıl eden bir toplum" olmanın kıymetini yeniden keşfe mecburuz.