Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ciddi de olsa "ti" miydi bilmiyorum; bundan önce "Birkaç fotoğrafa bakarken düşündüklerim" başlıklı yazıyı kapaktan tanıtmak inceliğini gösteren editör, "68'lilere ciddi ti" ibaresini uygun görmüş.

Ti değildi elbette, daha ziyade hüzün ve gençlik heyecanlarının köpüğünden arta kalan şeyin burukluğu; hepimize hisse düşüren bir dramdı o.

Sağ fotoğraflar

Bu fotoğrafların birkaç karesinde bu satırların yazarı da var; sol fotoğraflarda gördüklerimi yorumlarken, okuyucuya "ti" gibi gelen hafif müstehzî bir ifâde kullanmak kolay ama bakalım aynı istihzâ parıltılarını, birkaç karesinde benim de yer aldığım resimlere düşürebilecek miyim?

Bir gençlik neslini —sanki çok tabii bir hâlmiş gibi— birbirine muhasım kamplarda mevzilendirenlerden bugüne kadar bir "kendini tenkid" cehdini görmedik. İşte o akşam kalabalık gruplar halinde Cebeci'den Hamamönü, Anafartalar yoluyla Ulus'taki Atatürk Spor Sarayı'na akarken, yabancı, tehlikeli ve soğuk sokaklarda birbirimizin sıcaklığına yaslanarak yürüyorduk. "Milli devlet, güçlü iktidar" diye bağırıyorduk; "Milliyetçi Türkiye", "Başbuğ Türkeş" avâzeleriyle çınlıyordu akşam telâşesini bürümüş sokaklar. Yorgun, şaşkın ve ilgisiz bakışlara aldırış etmeden "kaafilelerle" spor sarayına girdik. Her "gece"nin bir ismi olurdu ve bu isimler katiyyen mütevazı boyutlar taşımazdı: "İktidara doğru gecesi", "Zafer gecesi" vb.

Gustave Le Bon'un "Kitlelerin Rûhu"nu ne zaman karıştırsam o geceyi hatırlarım. Programın başlamasına daha saatler varken hıncahınç dolu tribünlerde karşılıklı sloganlar atarak birbirimizi şevke getirip durduk. Ara sıra, Cumhuriyet Bayramları'nda tören sunan bariton sesli spiker memur tavrıyla "şöyle yapmayın, böyle yapın" yollu komutlar duyuluyordu. Kulağımız alışkındı böyle komutlara. "Teşkilat"ın sesiydi bu; izah etmez duyurur, talep etmez emrederdi. Biz, kendimizden birkaç yaş büyük akranlarımızın, sesin tabiatını zorlarcasına kalınlaştırdığı ve erkeksi bir sertliğe bürüdüğü emirlerini mütalaa etmezdik; bu böyleydi ve böyle olurdu.

Kitle ruhu ve gözyaşları

Ve, "geliyor " haykırışları arasında salonun giriş kapısındaki hareketlenmeye mıhlandı gözlerimiz. "Lider"in etrafındaki "koruma" kalabalığı kimi, kimden koruyordu bilinmez ama korunan kişinin önemini ve karizmasını vurgulamakta işe yaradığı şüphesizdi. Hepimiz ayaktaydık ve bağırmaktan artık kısılmış seslerimizle lideri selamlıyorduk. O, yukarıya kaldırdığı iki eli ve belki de duygularını aksettirmemek için içe doğru sımsıkı kapatarak çizgi haline getirdiği ince dudağıyla selamımıza mukabele ediyordu.

Orada, o anda ağladığımı gayet iyi hatırlıyorum; sulugöz takımından sayılmam ama o esnada beni de içine katarak bir çöp parçası gibi sürükleyen kollektif duygu sağanağına teslim olmak, salonu dolduran binlerce delikanlıyla aynı kitle rûhuna karışmak güzeldi, kolayıma gelmişti. O hepimizin babasından bile ilerde birşeydi; Türklüğün mâkus talihini değiştirebilecek ve birkaç asırda bir milletine önderlik etmek üzere kendini dâvâya adamış bir önderdi; düşünmesine ihtiyaç hissettirilmeyen bir topluluğun düşünen beyni, yöneten zekâsı ve belâdan selâmete çıkaran yolların kılavuzuydu. Bizden istenen sadece sadakat ve itaattı; hiç verilmez miydi?

Yaşamaktan düşünmeye vakit yoktu

O günler bir haftada en azından 25—30 ideolojik cinayetin işlendiği ve daha kötüsü bu haberlerin gazetelerde ancak bilmemkaçıncı sayfanın eteğinde tek sütuna sıkışabildiği günlerdi. Ölüm, pusu, silâh, şehit, intikam, cenaze, hapishane gibi kelimeler dönüp dururdu genç dimağlarımızda; yirmi yaşlarını süren bir gençlik neslinin tanımaması, tanışmaması gereken şeyler gündelik hayatın bir parçasıydı ve bu sürreel iklimi bize tabii gösteren sihirli kelime dâvâ" idi; daha doğrusu biz dâvâ diyorduk, solcu akranlarımız devrim. Solcular cinâyetlerden "karşı taraf"ı sorumlu tutuyorlardı; biz tamamen aksi kanaatte idik: Bize göre "karşı taraf" bizden değildi; Demirperde ülkelerinden yardım ve destek alıyorlar, hesapsız para harcıyorlar, toplumun inanç ve değerlerine karşı çıkıyorlar ve neticede bu topraklarda bizim varlığımıza tahammül edemiyorlardı. Halbuki "biz" ülkemizin ve halkımızın saadetinden başka birşey istemiyor ve bu uğurda icabında canımızı bile vermeye kendimizi hazır hissediyorduk.

Yönetim gaflet içindeydi, değerimizi ve misyonumuzu anlamıyor, yılların "anti—millî" birikimiyle sola destek çıkıyordu. Bu durumda bir tarafta solla mücadele ederken yönetimi millîleştirmek gibi ağır bir yük cılız omuzlarımıza biniyordu. Hepsinden önemlisi sokakta, mahallede, kantinde, fakültede saldırıya uğrayıp canından olmamak gibi yakın bir tehlike bütün bir gençlik kuşağını av veya avcı durumuna getirmişti. Düşünmek... düşünmeye vakit yoktu; büyüklerimiz düşünüyorlardı zaten. Bizim düşünceden nasibimiz, bellediğimiz söz ve fikirleri tekrarlamak, farklı biçimde ifade etmek ve daha mühim olmak üzere "zafer" e ulaştırmaktı.

Nekrofilya'da boğulmuş bir gençlik

Arkadaşlarımızın cenazesini kaldırırken dergilerimize "Gökler yıkılsa ellerimizle tutarız" diye yazıyor ve kâbus alacakaranlığında kendimize cesaret aşılıyorduk; sık sık "hesap soracağız"a gelip mıhlanıyorduk; uğradığımız haksızlık ve zulmün bir karşılığı olmalıydı. "Akan kanlar, dökülen gözyaşları yeni zaferlerin müjdecisidir" diyorduk; kanla, ölümle, cenazeyle, vuruşmayla beslenen bir gündelik hayat âhengi içinde dik durmaya ve kendi meşruiyetimizi inşâ etmeye uğraşıyorduk. "Ölümler bizi yıldıramaz"dı, "İnananlar Allah yolunda ölmeye hazır mı?" manşetleri çekiyorduk dergilerimize, "Ülkücü Gençlik ölecek ama İslam'ın güneşi sönmeyecek"ti, "İslâm'ın bayrağı kanlarımızla yükseliyor"du, "Türk insanını yalnız bırakılmışlıktan Milliyetçi kadrolar kurtaracak"tı, "Türk'ün gözyaşını dindirecektik". İftiralar bizi durduramazdı, Ülkücü Gençlik Türk devletinden yanaydı, Tarım Kentleri ile kalkınmayı köyden başlatacaktık. Bu arada "Esir Türkler"i unutmuyorduk. Türkiye dışındaki bütün Türkler esirdi ve Sovyetler Birliği, kendi içindeki bombanın infilâkinden çekindiği için yerli maşaları aracılığı ile Türkiye'de terörü destekliyordu.

Böyle şeylerdi.

Karikatür değil, tarih

Yirmi sene sonra altalta yazıldığında bütün bunlar, şimdiki genç kuşağın dimağında bir karikatür kekreliği ile görünecektir muhtemelen; filmler hızlı oynatıldığında komedi gibi görünür; dergi ve gazete arşivleri yirmi yıllık zaman aralığının menşurunda gerçeği eğip bükmeden göz önüne seriverirler, sarsılır, yaralanırsınız. İnsanlar kendilerini ibrâ etmek isterler, "yanılmadık, doğruydu, yanlışa düşmedik" diye düşünürler, geçmişleriyle övünürler; bugünden bakılınca çocukça görünen ayrıntıları "zaman değişti, o gün öyleydi, bugün başka" diye izah etmek isterler. Doğrudur, samimiyet ödüllendirilmeyi bekler; umduğunu bulamayınca hırçınlaşır ve içine kapanır.

Elli—yüz sene sonra Türkiye'nin yaşadığı o cinnet yılları nasıl değerlendirilecektir bilinmez, tarihi hâdiseleri genellikle "günün mânâ ve ehemmiyeti"ne mütanâsip yaklaşımlarla değerlendiririz. Ne var ki bir asır sonraki genç kuşaklar da dünyayı kendi gözleriyle tanıyıp yorumlama haklarını başkalarına, yani yaşlı kuşaklara devretmemek konusunda kıskanç davranacaklardır; her kuşak kendi hatâsını işleyerek olgunlaşıyor ve o yüzden tarih "hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi" fâsit dairesinden kurtulamıyor.

Yiğid iken ölenlere...

Bir fotoğraf daha var hiç unutamadığım. Hangi yıl çekildi, kimin cenazesiydi; muhtemelen içindeki genç ölüsünü örten ve yoğun kar yağışından ötürü puslu fotoğrafta bir battaniye dokusuna dönüşmüş Türk Bayrağı'na sarılmış tabutu omuzlayanlar kimlerdi bilmiyorum.

Yer İstanbul, mevsim kış. İstanbul'un bütün şuhluğunu beyaz bir mahkumiyete dûçar eden bir tipi dökülüyor gökten yere. Bir câmi önü; arka planda görünen yarım kubbeler yoğun tipiyle beyazda donup kalmış gibi. Önde, az önce tasvir etmeğe çalıştığım kara bulanmış tabutu omuzlamış pardesülü, parkalı gençler. Hiçbirinin yüzü görünmüyor, hemen hepsinin çehresi kapüşonların gölgesinde silinip gitmiş. Yoğun tipi, siyah beyaz fotoğrafı neredeyse tam çaprazından biçmekte. Belli; bir genç ölüsü bu; Yunus Emre'nin "Şu dünyada bir tek şeye yanar özüm, göynür özüm / Yiğid iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi" mısralarıyla kavurup bıraktığı o yakıcı mânânın dile geldiği yer.

Karlı tabutun içinde bir "Ülkücü" var, onu biliyorum ama bir "Devrimci" de olabilirdi ve fotoğraf mânâsından hiçbir şey kaybetmiş olmazdı. Genç ölüsü, genç ölüsüdür; bu fotoğraf şehâdet, ölüm, cenâze, intikam gibi "nekrofil" mazmunlarla beslenen bir kuşağın hikâyesini temsil etmektedir.

"68'liler"den bahseden bir önceki yazımı, hatânın insânî niteliğini hatırlatarak bitirmiş ve şöyle devam etmiştim; "Aynı hatâyı kerrât ile tekrarlamak kötüdür"

Yine aynı yerdeyim ve aynı şeyleri düşünüyorum.