Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

O kendine mahsus sinema birikiminin üstüne birşeyler ilave ederek zenginleştirememek bizim için kayıp oldu. Kendi toplumumuza hikaye anlatmak kabiliyetimizi körelttik. Açık konuşmak gerekirse, Hollywood tarzında çekilmiş filmler, bizim kültürümüze dair bir verim olmaktan ziyade "Mankurt sineması" olarak adlandırılsa yeridir

Bizim eski yerli filmleri seyretmenin entelektüel muhitlerde hiç de hoş gözle karşılanmadığını biliyorum; umurumda değil. Dünden bugüne kanaatim değişmedi ve ben hâlâ bizim eski filmlerin, 20. yüzyılda insanlığın müşterek medenî mirasına ilave edebildiğimiz en mânidar kültür ürünü olduğunu düşünüyorum.

Ben sinema ve radyo günlerinin çocuğuyum. Sinema zevkiyle altmışlı yıllarda tanıştım. O günlerde bizim gibi taşra tıfılları için sinema sadece dünyaya değil aynı zamanda memlekete de açılan tek kapıydı. Sinemalarda bir hafta yerli film varsa ertesi hafta "ecnebi" film gösterilirdi ve biz böylece beyaz perdede sadece New York'u, Paris'i, Roma'yı değil, başta İstanbul olmak üzere Bursa'yı, İzmir'i, Urfa'yı da tanımak imkânını bulurduk. O günün harçlık râyicine göre sinema pahalı, radyo ise nâdir bir nimetti; bugünün radyolarının eski radyo günlerindeki tesirini yapması artık imkânsızdır.

Bugün dünya sineması diye bir kavram kalmadı, sadece Hollywood endüstrisinden söz etmek mümkün. Halbuki önceleri dünya sinemasının ürünlerini de görüp bir mukayese geliştirebilmek şansımız vardı: Başta Hind filmleri, ardından kaba—saba örnekleriyle Mısır sineması. Fransız, İngiliz ve özellikle İtalyan filmlerinin zihinde bıraktığı farklı izler, —bir sinematek seyircisi kadar şuurla tahlil edemesek de— bize farklı sinema dillerinin ve üslupların varlığını hissettiriyordu.

Türk sineması da bunlardan biriydi işte. Yeşilçam Sokağı'nı mekân tutmuş bir avuç Türk sinemacısının kendine mahsus bir hikâye anlatma biçimi vardı; bunu hissediyorduk. Oyuncuları konuştururken sokaktakinden farklı olsa da sinema diline uygun ve netice itibariyle bize dair şeyler söyletmesini beceriyorlardı. Her sinema filmi bir masal anlatır; bizimkiler de Türk toplumuna masal anlatacak bir dil geliştirmişlerdi ve bizim filmler diğerlerinden dağlar kadar farklıydı. Bu farklılık yetmişli yıllardan itibaren okumuş—yazmış bazı çocuklar tarafından alaya alınmaya başlandı: "Gerçekle ne ilgisi vardı bu filmlerin, hepsinde de zengin—fakir tezadı işleniyor, hepsinde de aşk ve insanlık galip geliyordu. Sınıf çatışmalarından doğan gerilimlerden ise hiç bahis yoktu; ne işçi hakları, ne fikir hürriyetine susamış bir avuç aydının çektiği acılar ne de politik sisteme dair en ufak bir gönderme yer almıyordu Türk sinemasında. Bunlar, ortamektepten terk kasabalılar, sulugözlü ev hanımları ve mutaassıp taşra ahalisini sinamaya dadandırmak için çekilmiş ucuz, basmakalıp ve ticari piyasa filmleriydi!..."

Doğru, aynen dedikleri gibiydi ve bugün Yeşilçam sinemasını değerli kılan bütün özellikler, okumuş çocukların vaktiyle sıraladığı bu tenkidlerin içinde bulunuyordu. Biz bu özelliklerinden ötürü seviyorduk yerli filmleri zaten. Memleketin biraz olsun mürekkep yalamış kesimi, en sonunda ahalinin hoşuna giden ve paylaşılan bir eser vermeye muvaffak olmuşlardı ve bu çok önemliydi.

Sosyal gerçeklik senin olsun; bana bir masal anlat!

İşin tadını, bizim solcuların sinema sektörüne el atmaları kaçırdı. "Sosyal gerçeklik" diye bir kavrama saplanarak seyirciyi sinemadan soğuttular. Sosyal gerçeklik diye filme çektikleri şeylerin zaten içinde yaşıyorduk ve aynı şeyleri üste para vererek sinemada seyretmekte lezzet yoktu. Biz masal seyretmek isterken onlar sınıf çatışmalarının fişteklediği dramları, yoksulluk sahnelerini ve aydınların nasıl bunaldığını gösteriyorlardı. Efsun bozulmuştu; sinemada seyrettiğimiz masal perdesi yırtılmış, ardında sosyal gerçekçiliğin en iptidai örnekleri kalakalmıştı.

Ne var ki Amerikan sinema endüstrisi, sinemanın sadece seyirlik bir eğlence, kârlı bir ticaret kolu olmadığını farkederek hayal dünyamıza yüklendi; XIX. asrın çıplak sömürgecilik istilâlarından sonra bu, Amerikan olmayan dünyanın karşılaştığı en büyük kolonyal saldırıydı. Perdede bize ait olanda değil, onların hayal dünyasında geziniyor, bir süre sonra onlar gibi hissetmeye hatta onlar gibi konuşmaya başlıyorduk. Emperyalizmin vatan topraklarına askeri üs kurmasına gerek bile kalmamıştı; beyaz perdede sadece onların yaptığı filmleri seyredince "Amerikan hissiyatı"na karşı geliştirdiğimiz sempati daha fazla iş görüyordu. Amerikan hayat tarzının bütün dünyaya dayatılması, Hollywood ürünlerinin bütün dünyaya aynı masalı anlatması ve dayatmasıyla başladı. Biz bu işin farkına ancak, yerli sinemacılarımız Amerikalılar gibi film çekmeye başladıklarında varabildik. Bir filmin seyredilmesi için Hollywood kalıplarının ve tekniğinin kullanılması gerekiyordu ve bizim üç beş rejisörle yapımcımız, Hollywood standartlarına uygun birkaç "Türk filmi" çekerek sinemaya yeniden seyirci çekebilmeyi başarmışlardı.

Mağlup olmuştuk; bu aynı zamanda kendimize mahsus sinema dilimizin ölmesi anlamına geliyordu. Çocuklara Keloğlan yerine Hansel ve Gretel masalı anlatmak gibi bir şeydi.

Yeşilçam Sokağı'nın kadrini bilelim

Yeşilçam sineması hakkındaki iyimser fikirlerimin bir nevi nostalji gibi yorumlandığı oldu; yerli filmlerin aslında çok mânidar ve başarılı bir kültür hadisesi teşkil ettiği tezinde kendimi hep yalnız hissettim. Ta ki sinemayla akademik seviyede ilgilenen Prof. Tevfik İsmailoğlu'nun "Türk Cumhuriyetleri Sinema Tarihi" adlı 3 ciltlik eseri dolayısıyla verdiği beyanatı okuyana kadar. Prof. İsmailoğlu, "Çalıkuşu'nun bir bölümünü Yüzüklerin Efendisi'ne değişmem" derken tam da benim heyecanımı paylaşıyordu. "Yeşilçam Türk sinemasının köküdür; eğer Yeşilçam olmasaydı Türkiye'de sinema hakkında konuşulamazdı. Yeşilçam Sokağı ve çevresi eski haliyle müze gibi korunmalıydı" cümleleri ise Türk aydınlarının ıskalayıp durduğu Yeşilçam birikiminin önemini vurguluyor. Ne var ki Prof. İsmailoğlu "eninde—sonunda" bir Türk; keşke aynı tesbiti bir batılı sinema adamı yapmış olsaydı! Eminim ki böylesi bizim entel takımı tarafından daha çok ciddiye alınırdı!

Mankurt sineması

Sanal gerçeklik dünyasında bir dil ve üslûp sahibi olmanın önemini farketmek için önce bir durum tesbiti yapmak gerekiyor: Bugün dünyada geçerli tek sinema dili var: Hollywood. Üçüncü dünya ülkelerinin sinema salonlarını bile egemenliği altına almış bu baskıcı dilin yanısıra kendi üslûbunu koruyabilen "milli sinema" kalmadı gibi bir şey. Bütün ülkelerde sinema dili Amerikanca'nın tesiri altına girdi. Tek kutuplu bir sinema evreninde yaşamak sadece rahatsız edici değil, aynı zamanda ürkütücü bir gelişme.

Hatırlar mısınız vaktiyle bir "milli sinema" akımı vardı. Filmlerde namaz kılan, kokuşmuş bir hayattan dindarlığa kesin dönüş yapan karakterlerin oynadığı az sayıdaki filme bu ismi vermiştik: Milli sinema. Bugün gerçekte "Milli Sinema" ismini şerefle taşıması gereken asıl birikimin, köhne Yeşilçam'ın köhne filmleri olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. O kendine mahsus sinema birikiminin üstüne birşeyler ilave ederek zenginleştirememek bizim için kayıp oldu. Kendi toplumumuza hikaye anlatmak kabiliyetimizi körelttik. Açık konuşmak gerekirse, Hollywood tarzında çekilmiş filmler, bizim kültürümüze dair bir verim olmaktan ziyade "Mankurt sineması" olarak adlandırılsa yeridir.

Sağolunuz Prof. İsmailoğlu; tamamen şahsi olduğunu sandığım vehimlerimin ilmen desteklendiğini görmek beni çok mutlu etti.