Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Artık söz konusu olan Türkiye'de askerlerin siyasete mesafeleri, müdahaleleri ve siyasetten ne anladıkları değildir; kısaca asker-siyaset ilişkisi değil ele alınması gereken; Ordunun toplumla münasebeti, nisbeti…

Cumhuriyeti ordu kurdu ve kuruluşta silahını masanın üstüne koydu. Yeni devlet, TBMM ordularının başkomutanı M. Kemal Paşa'nın dünyayı gördüğü ve yorumladığı perspektifin çerçevesinde şekillendi. 1923'te Reisicumhur seçilen M. Kemal Paşa, Meclis'in verdiği Mareşallik üniformasını 1927'de, bu rütbeden emekli olduğunda çıkaracaktır: 30 Haziran 1927 gününe kadar M. Kemal Paşa, Mareşal rütbesiyle ordunun en kıdemli lideri ve başkomutanı olarak reisicumhurluk görevini şahsında deruhte etmekte bir mahzur görmemişti. Bu istinâdan istifade eden iki kişi daha vardır: İsmet Paşa ve Kâzım (Özalp); oysa ki asker kişilerin aynı anda siyasetle iştigal etmelerini uygun bulmayan kanun 1924 yılında yürürlüğe girdiğinde hem mebus hem paşa unvanıyla muvazzaf askeri hizmet yürüten Millî Mücadele komutanları bir tercih yapmak zorunda bırakılmış ve neticede hangi şıkkı seçmiş olurlarsa olsunlar fiilen etkisiz durumda kalmışlardı.

Cumhuriyetimizi askerler kurdu, biçimlendirdi ve yönetti. Atatürk'ün sağlığında orduda tek bir ferd-i vahid, siyasetle ilgilenmeyi aklından bile geçirmemiş olsa gerektir. Atatürk, kendisi gibi Mareşal unvanı taşıyan Fevzi (Çakmak) Paşa'yı tam 23 yıl Erkân-ı Harbiye-i Umumiye reisliğinde (Genelkurmay başkanlığı) tutmak suretiyle, ordudan siyasete yönelmesi muhtemel alâkaları ustaca kontrol etmişti. Cumhuriyet'in İsmet Paşa’lı Tek Parti yıllarında da ordu, "kurucu müessese" sıfatıyla siyasetteki rüçhan hakkını masaya koymayı zihninden geçirmedi. Orduda ilk siyasi kıpırtı 1950'deki ilk hür seçimlerden bir sene kadar önce başladı, DP'li yıllar boyunca artarak devam etti ve 1960'da Türk ordusu, Mustafa Kemal Paşa'nın hassasiyetle kurduğu dengeyi çiğneyerek siyasete bizzat müdahale etti; anayasal nizamı yıktı, meşru hükûmeti devirdi, seçimle teşekkül etmiş Meclis'i kapattı ve iktidar partisini tasfiye edip mensuplarını kovuştururken muhalefetten yana tarafgir tavır aldı. Bu, ordu geleneklerinin altüst edilmesiydi. Ordu, 1960'da DP iktidarını alaşağı etmekle kalmadı, devlet geleneklerini ve dengelerini yıktı ve en kötüsü orduyla toplum arasındaki ilişkiyi zerre kadar önemsemediğini gösterdi.

1960 DARBESİ, TÜRK DEVLETİNİN

KARA GÜNÜDÜR

O günden bu yana ordu mensupları, 1960 Darbesi'yle ordunun siyaset üzerinde kurduğu ve kazandığı vesâyet haklarını titizlikle savunarak yanlışı büyüttü. Her buhranda orduya mensup birilerinin veya kurum hâlinde ordunun, belinden silahını çekerek masanın üstüne koyması demokrasimizi bereledi; siyaset sınıfını bir miktar mürâileştirdi; bürokratlara da siyasetçi gibi davranmak alışkanlığını bulaştırdı. Kamu nizamını yürütecek iki esas sınıf fonksiyonundan uzaklaştı ve dengeleri yeniden tesis etmekte hâlâ bocalayıp duruyoruz.

Cumhuriyeti ordumuz kurdu fakat aradan geçen 80 küsur seneden sonra kuruculuk haklarını, yine askerî inisiyatifle çıkarılmış askerî vesayet kanunlarına yaslanarak hâlâ sürdürme arzusu göstermesi, bizatihi devlete ve kamu nizamına zarar veriyor.

BİR SİYASİ PARTİ GİBİ

Türk Silahlı Kuvvetleri, 1960 Darbesi geleneğiyle hâlâ bir siyasi parti gibi davranmak insiyâkinden vazgeçemiyor. Ordunun görüşlerini parlamentoda temsil eden bir siyasi partinin varlığından şahsen rahatsızlık duymam; tabii karşılarım fakat ordu, yaptırım gücü olarak millî iradeyi değil, bütçe imkânlarıyla temin edilmiş silahını imâ etmek suretiyle siyasi hayattaki varlığının kabul görmesini taleb ediyor; bu talep kabul edilemez: Ya hukukun üstünlüğü prensibine dayalı demokratik bir devlet olacağız ya da askerî vesayetin hükûm sürdüğü şeklî bir demokrasi.

ASKERLERİN İNFİALİNİ ANLAMALIYIZ

Aralarında ordu mensuplarının da bulunduğu kişilerin anayasal nizamı silahlı darbe, suikast ve hukuksuz manipülasyon yoluyla yıkmaya yeltendikleri iddiasıyla açılan dava (Ergenekon) ve bu davayla ilgili olarak yürütülen tahkikat sürecinde ordu önemli itibar yıpranmasına uğradı; bu süreçte ordu, nadir istisnalar dışında karşılaştığı krizi doğru yönetemedi. Zan altındaki asker kişilerin süratle soruşturulup yargılanmasına katkı yapması gerekirken ordunun sivil anayasal kurumlarla bir güç rekabetine girişmek yolunu tercih ettiğini üzülerek gördük. Bizzat komuta heyeti tarafından tasarlanıp uygulamaya konulmasına imkân ve ihtimâl olmayan fakat muvazzaf askerlerden bir kısmının karıştığı yolunda güçlü deliller bulunan eylem planları karşısında ordu, "Gerekirse ben cezalarını veririm ama mensuplarımı genel yargı mekanizmasına teslim etmem" şeklinde özetlenebilecek esirgeyici bir tutum takındı. Genelkurmay Başkanlığı'nın bu süreçte yaptığı savunucu basın toplantıları ve duyurular genellikle bu istikametteydi; kamuoyunu aydınlatmak ve şüpheleri dağıtmak yerine krizin kıvamlanmasına yol açar nitelikteki savunma hamleleri ordunun kredisine zarar verdi.

Bu psikolojinin asker kişilerin üzerinde üzücü ve isyan ettirici bir duygu yoğunlaşması hâlinde infial meydana getirdiğini tahmin ediyor, hatta işaretlerini okuyoruz. Kendilerinden önce aynı tarz eylem ve müdahaleleri tasavvur edenler, neticede işin içinden rahatça sıyrılıp hatta taltif gördükleri hâlde bugün aynı şeyi yapanların en azından "sanık" veya "şüpheli" sıfatıyla soruşturmaya muhatap kalması şüphesiz asker kişileri üzüyor; bu muameleye lâyık olmadıklarını, mutlaka bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünüyor olmalılar.

ASKERLERİN ONURU

Hükûmete bu noktada büyük sorumluluk ve görev düşüyor; Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu süreçten onurunu kaybetmeden, fakat hukuk dairesinde onurlarıyla çıkmalarına yardımcı olacak yaklaşımlar geliştirmek hükûmetin başlıca ödevidir. Bu süreçten ordunun yıpranmış, bezgin, dargın, öfkeli ve nihai planda muhariplik gücü zaafa uğramış bir hâletle çıkmasını, ülkesini seven hiç kimse arzulamaz. Türkiye, her ne kadar komşularıyla sıfır problem siyasetinde çok önemli merhaleler kazanmış olsa da, kara günde kötü niyetlileri caydırma gücünden vazgeçme lüksüne sahip değildir. Bazı mensupları yanlış işlerle ilgileniyor diye bu millet, ordusundan vazgeçmez; yeni bir ordu kurmaya kalkışmaz. Doğru yol, aynı beşerî kadroyla, kırmadan-dökmeden ve zaaf kırılmalarına meydan verilmeden yola devam etmektir.

Bu görev başta hükûmetin, sonra siyaset sınıfının, bürokrasinin, basının, hepimizin. Bu krizi, askerlerin, hatta sair zanlıların onurlarını çiğneyerek aşamayız. Bir asker kişinin, "onur" kavramına verdiği değer, sıradan bir sivilin atfettiğinden daha farklı bir kavrayışın eseridir; bu krizi geçerken asker kişilerin zihninde onurlarının zedelendiği hissine kapılmalarına sebep olabilecek yanlış adımlardan kaçınılmalıdır. Onurlarını korumak için hayatından vazgeçmeye hazır insanların hassasiyeti daima hatırlanmalı ve bu kavrayışa saygı duyulmalıdır.

Yumurtayı kırarak dik tutmak çözüm değildir.