Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Konferansın adı ilginç; "Türkiye Barışını Arıyor"muş... Yani Türkiye bir muhatabıyla savaş halinde imiş; işler sarpa sarıp kötüye gidip, "yahu birileri ortaya çıksa da bizi barıştırsa" diye sağına soluna bakınmaya başlayınca "aydınlar" hemen yekinerek, "biz ne güne duruyoruz ey Türkiye, gelin sizi barıştıralım" diye kendilerine durumdan vazife çıkarıp toplantı tertiplemişler.

1848 senesinde, vaktin Amerikan hükümeti kölelik düzenini yerleştirmek maksadıyla Meksika ile savaşa tutuşunca, Henry David Thoreau kelle vergisini ödemeyi reddedip akabinde hapsi boylamıştı; hapiste fazla kalmadı ama o birkaç gece içinde "Sivil İtaatsizlik" isimli meşhur eserinin ilham perisiyle karşılaştığı söylenir. Zamanla ABD'de bile demokratik kültür yerleşti; Birleşik Devletler hükümeti artık aykırı aydınlarını hapse atmıyor, Yahudi lobisi aleyhtarlarına reva gördüğü üzere daha kanuni ve zarif bezdirme usulleri geliştirmeye muvaffak oldu. Bizim aydınlardan birtakımı gençliklerinde parka ve palaska kuşanıp dağlarda devrimci direniş kıyamlarına kalkışmamış değillerdir fakat kurtarmaya çalıştıkları halkın fena halde devletçi ve merkezi otorite taraftarı olduğunu görünce vazgeçmişler, devrimi, büyük burjuvazi fideliğini sulayarak olgunlaştırmanın daha kestirme ve tabiatiyle "barışçıl" bir yol olduğunu fark edebilmişlerdi. Nitekim daha sonraları aydın ve devrimci tiklerini, devlete silah çekip dağa çıkmış eşkıya takımı ile devleti "barıştırmak" ülküsüne tahsis ettiler.

Efendim, adı üstünde "aydın" bunlar! Batı Türklüğü'nün en mütekâmil ve demokrat aksâmını teşkil eden Türkiye'deki nizamın, bu neviiden aydın fantezilerini kaldıracak derecede esnekliği mevcut çok şükür. İşte toplantı yapıyorlar, bir kısım aydınlarımız koşa koşa gidiyor, acıklı ve akıllı lâflar edip dillerinin şişini indiriyorlar, iyi oluyor.

Lâkin anlamalarını muhtemel görmediğim bir kural var: Devlete ve kamu düzenine silah çekmiş iseniz, sonradan "gel barışalım" diye edebiyat yapamazsınız. Af dileyebilirsiniz, devletin adâletine sığınabilirsiniz ama, "oldu bir şeyler, gel ey TC, seninle barış yapalım; işte şu aydınlar da aracılık etsinler" diyemezsiniz. Bu tavrı kabul eden bir devlet hapı yutmuş, varlığını meşru kılan raconu çiğnemiş demektir. Dolayısıyla, "silahları bırakıp düze insinler de siyaset yapsınlar" diye ince siyasi taktikalar geliştiren siyasetçi takımı dahi, işbu "entelektüel terörizm"den fena halde tırsımış bir manzara arz etmektedir. Böyle şeyler Güney Amerika'da, Küba'da, Orta Afrika'da olabilir, Türkiye'de olmaz. "Niçin olmasın, dağdaki eşkıyanın dedeleri de vaktiyle Milli Mücadele'ye destek vermişlerdi" denildiğinde, vaktiyle kurtarılan vatanın "kurtarılmış olmasının" mânâsı kalmaz; taşın altına elini sokan her unsur, devletten hisse talep etmeye başlar ki böyle bir verâset dâvâsının altından değme medeni hukukçu çıkabilemez. "Niçin olmasın efendim, 1923'te M. Kemal Paşa zaten bir nevi muhtariyat vadetmişti" de diyemezsiniz. 1923'teki M. Kemal'in siyasi diskurunu hayata geçirmeye kalkışırsanız, bugün Dolmabahçe Sarayı'nda bir "Halife-i rûy-i zemîn" bulup oturtmanız da gerekebilir. Adapazarı'nda gazetecilere beyanat veren M. Kemal, siyasetçi kimliği ile konuşmaktadır; o sözlere yaslanarak bir Magna Charta icad etmeye kalkışırsanız işin içinden çıkamazsınız.

Mustafa Kemal Paşa 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'ni ilan etti. Esas Teşkilat Kanunu'na da açık seçik, "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur" (88. madde) diye yazdı. İşbu esas dahi, en azından Misak-ı Milli kadar geri dönülemez ve üzerinde "bıdı bıdı" yapılamaz bir kurucu prensiptir.

Netekim kısalığı ile müştehir "aydın havaları", ancak be ancak bu prensibin ötesinde gerdan titretilecek bir keyfiyet sahası teşkil etmektedir.