Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Yavuz Gökmen "adamım"dı; elime geçen hiçbir Hürriyet gazetesini onu okumadan bırakmadım; hem namuslu bir demokrattı hem de iflah olmaz bir Galatasaraylı; hangi niteliği daha önde geliyordu hiç düşünmedim; ikisini de yakıştırıyordu.

"Ne hasta bekler sabahı" başlıklı yazısını üniversite kampusündeki küçük lokantada okudum; küçük yaşlardan beri yemek yerken bir şeyler okumanın zararlı olduğunu bildiğim halde, o pazartesi günü de zararlı alışkanlığıma ihanet etmedim; lokantacı Niyazi ricamı kırmadı, bir adam yollayıp gazete getirtti: Yavuz Gökmen'i okudum; buruktu. Hastaneye kaldırıldığı haberini şaşkınlık ve üzüntüyle öğrendim. Akşam haberlerinde Ali Kırca "kötü haber"i verdiğinde yüreğime ince bir kıymık battı.

Hayır, tanışmıyorduk; doğrusu o öğle yemeğinde "Ne hasta bekler sabahı" başlıklı yazısını okuyuncaya kadar onu sevip sevmediğim konusunda da kalbimi hiç yoklamamıştım; uzak sempatilerin, "dürüst duruş"ların istikrarı boyunca sevgiye dönüştüğünü böyle öğrendim.

Yavuz Gökmen'in ölümüyle niçin kederlendiğimi ve onunla mesafe itibariyle birbirinden hayli uzak olsa da aynı toprağa tutunan ve aynı istikamete bakan iki farklı ağaç olduğumuzu şimdi anlıyorum; o meşhur okul şarkısında söylendiği gibi "gitmesek de, gelmesek de" bize ait olan veya bizim ona ait bulunduğumuz anafikirler, müesseseler ve insanlar var; demek ki zihnimde böyle bir yer tutmuş Yavuz Gökmen. Ölümü üzerine Kanal 7'de Ahmet Hakan'ın sunduğu arşiv kaydında "Egeli bir toprak aristokratı aileden" geldiğini söylüyordu; nesli Selanikliymiş. Demek ki birileriyle aramızda; ancak ölümün indirdiği hakikat perdesinde görünür ve hissedilir hale gelen gizli yakınlıklar var. Ve onlar sadece Yavuz Gökmen'den ibaret değil elbette; "canı sağolsun, tanışmasak da olur; her gıyabi yakınlığa vicah müzekkeresi kesilmese de olur" diye düşündüm hep; doğru mu yanlış mı bilmiyorum. İki Cihanın Efendisi, "Sevdiklerinize sevdiğinizi izhar ediniz." buyurmuş; öyleyse yanlış düşünmüşüm demektir.

Ben bir nekrofil değilim; ama ölüm vakıasını kabullenişimde, "emrin büyük yerden geldiğine" dair kabulün telkin ettiği bir güzellik ve hatta gönül ferahlığı bulduğumu gizlemiyorum. Bu tamamlanmışlık hissini, "Efendimiz"in muştusunda buluyorum, "Sevdiklerinizle haşrolunacaksınız" buyuruyor. Sevmeyenler kiminle haşronulacak peki? "Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız; iman etmedikçe cennete giremezsiniz" haberini, bu güzel müjdeyle beraber okumalı; öyleyse sevmekten daha sahih ve hayırlı ne var?

İsmini anmak istemediğim bir medya şöhreti, bundan beş-altı ay kadar önce rahmetli'ye "Melek Hanım'ın evladı" teranesiyle içinde hayli zamandır yontmaya gerek duymadan öfkeli bir sabırla biriktirdiği cerahatı "vaktidir" hesabıyla deşivermişti. Şimdi geriye dönüp bakmalıdır; hayatın en ciddi meselesi sandığı o tariz konusunun, ölüm vakıası karşısında ne kadar cılız, ne kadar kadük ve ehemmiyetsiz kaldığını belki fark edebilir. O kişinin "Dünya hayatı bir eğlence ve bir oyundur" hatırlatmasını duymuş olduğunu tahmin ederim; oyun içindeki küçücük oyunlardan birini gereğinden fazla ciddiye alıp "kızıllanma"nın pek de kalıcı bir değer olmadığını belki anlayacaktır.

Ölüm böyle bir şey, telkin ettiği ibret haberi birimize değil, hepimize şamil. Tekkelerinin duvarına "momento mori!" (ölümü unutma) ibaresini kazıyan Rumelili dervişlerle, "hatırından çıkmasın dünyaya üryan geldiğin" ikazını terennüm eden şairi aynı toprağa tutunan uzak ağaçlar gibi birleştiriverir.

Geriye kalan bir tutam sevgidir; geride bırakabildiğimiz ve O'nun indinde makbul bulunan en manidar iz!

Yavuz Gökmen'e Cenab-ı Mevla'nın rahmet ve mağfiretini temenni ediyorum; ailesinin, yakınlarının, sevenlerinin ve aynı toprağa tutunan uzak ağaçların başı sağ olsun; ölüm hak'tır ve "her nefis ölümü tadacaktır!"