Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Kuzu kuzu kabul edelim ki Türkler, doğuştan arkeolojiye yatkın bir topluluktur (bu cümleyi okuyan bir kısım arkadaşların, "bu adam yine lâfı evirip çevirip ırkçılık yapacak, zaten eski milliyetçilerden olduğunu duymuştum" şeklinde bıdıbıdlanarak başka sayfalara geçiş yapmaya niyetlendiğini görür gibiyim; acele etmeyiniz efendim, bakalım yazar lâfı nereye getirecek?). "Ne alâkası var?" diyeceksiniz; çok alâkası var: Bakınız Anadolu'ya, bu diyar baştan başa -ucundan ve birazcık- izinsiz arkeolojik kazılarla delik deşiktir. Bazı bedhahlar bunu definecilik sektörüne hamletseler de bu sadece gerçeğin bir yüzünden ibarettir (gerçekler iyi kesilmiş birer elmas gibidir; onların birden çok yüzü vardır ama her yüzeyden aynı olguyu seyrettirirler; bu mühim lâfı az önce ben sarf etmiş bulunuyorum!) Bir defineci ile arkeolog arasında biraz tahsil, çokça da imkân ve zaman farkı vardır. Arkeologlar bu branşın mektebini okumuş iyi çocuklardır; defineciler ise okumaya imkân, zaman ve fırsat bulamamış kötü çocuklardır.

Milletçe arkeolojiye yatkın olmamızın bir başka delili, kazı faaliyetlerine karşı duyduğumuz önlenemez merak ve seyir tutkusudur. Nerede kepçe, greyder vesaire gibi araçlarla bir inşaat temeli kazısına başlansa o'ssaat semtin bütün amatör arkeoloji tutkunları kazı yerinin etrafında mevzilenir ve ayaküstü dikildikleri yerde birbirleriyle yarenlik ederek vakit geçirmeye başlarlar. Dozer kepçesinin açtığı her tabakada yürekler ağza gelir, yorumlar yapılır ve yöreye dair prehistorik malumatlar paylaşılır. Bence bu son derece bilimsel ve alkışlanması gereken bir tutumdur; zira modern bilimin dikkatli ve sistematik gözlemle başladığını bütün otoriteler kabul ediyorlar.

Bununla beraber Türklerin sahici bir arkeolojik kazıya şahitlik edeni azdır. Meslekten arkeologlar, genellikle inlerin cinlerle gazozuna maç yaptığı gayrimeskûn mahallerde yaz boyunca çadır dikip kamp kurarak ellerindeki kürdan, beş santimlik yağlıboya fırçası gibi sıradan âletlerle toprağın binlerce yıllık katmanını dikkatlice ufalayıp temizler ve nadiren bir şey bulduklarında "vecettü", yani "eureka", yani "buldum hocam buldum" diye bağırarak kamp yerini ayağa kaldırırlar. Buldukları ise genellikle ya bir hayvan kemiği veya dişi, bir çocuk oyuncağı, boncuk, tabak, çanak, küp cinsinden alelâde şeylerdir.

İşin en zevkli ve bizim anlamakta çokça zorlandığımız faslı, bulunan şeylerin nitelenmesi, tarihlenmesi ve yorumlanmasıdır. Bunlar, binlerce yıl önce oralarda yaşamış insanların gündelik hayat alışkanlıklarını aksettiren sıradan eşyalardır ama bunu bir de kazıyı yöneten sorumlu bilim adamından dinlemek gerekir.

Herkes gibi benim de arkeolojiye merakım vardır ama bu düşkünlüğümü henüz bir kazı yerinde dikilip etrafı seyrederek veya bir inşaatın temel hafriyatını gözetim altında tutarak kuvveden fiile çıkarma fırsatı bulabilmiş değilim; benimki daha ziyade kitâbî, yani tamamen romantik ve platonik bir muhabbetten öteye gitmiyor. Arkeolojiye dair tefelsüf ederken hep, bundan beş-on bin sene sonra (henüz dünyamız Mars gezegeni gibi yaşanmaz bir yer şeklini almamışsa...) bizim buralarda kazı yapan gelecek zaman arkeologlarının, toprağın altından bulacakları kalıntıları nasıl değerlendireceklerini düşünürüm. Kabul edersiniz ki bu düşünce faaliyeti çok yorucu ve enerji tüketici bir zihnî spordur. Beş bin sene sonrasına ne gibi arkeolojik kalıntılar bırakacağımızı şimdiden kestirebilmek çok zor bir şey çünkü. Ama kolayı var; güzelim dere yataklarına çöp niyetine neler attığımıza bakarak böyle bir projeksiyonda bulunabiliriz; meselâ geçenlerde şehirlerarası yolculuk esnasında bir dere kenarında duraklamıştık. Kıyıda gördüğüm atıkları aynen buraya yazıyorum: Büyük boy bir plastik kova, yine plastikten mâmul bir banyo oturağı, plastikten deterjan ve şampuan kapları, boş bira kutuları ve içki şişeleri, bol miktarda plastik bardak ve su şişesi, sayısız plastik poşet, bidon, plastik tabak, çatal vesaire... Bu arada bir süre sonra nasıl olsa çürüyüp kaybolacağı için yemek artıkları, kırık ve kağşamış sunta mobilya parçaları, çürümüş meyve ve sebze gibi organik kalıntıları saymadığımı bilmenizi isterim.

Tunç çağı, bronz ve demir çağı gibi sınıflamalara pek meraklı arkeolog milleti, herhalde MS 21. asır civarlarını "plastik devri" diye adlandıracaklardır. Ama benim asıl merak ettiğim şey, beş bin sene sene bizim gazete ve dergi koleksiyonlarını ele geçiren arkeologların nasıl hepten kafayı sıyırtacakları üzerine yoğunlaşıyor; hele hele TV yayınlarını fezanın derinliklerinden yakalayıp yeniden seyredilir hale getirdiklerinde zavallıların halini şimdiden tasavvur edip gülüyorum.

Siz siz olun, müzelerde sergilenen arkeolojik eserleri fazlaca önemsemeyin e mi? Gelecek zamanların müzelerinde ışıklı ve kilitli camekanlarda plastikten bir banyo taburesi görüp altında yazılı "MS 21. asırdan bir banyo oturağı; binlerce yıl önce tükendiği için artık çok değer kazanan petrol türevi bir maddeden yapılmıştır" yazısını okuyan uzak torunlarımızla şimdiden dalga geçebilme zevkini kaçırmayalım; yazık olur.