Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bu işlerden pek anlamam ama dün bir TV kanalında iki muhalefet sözcüsünün başkanlık sistemi hakkındaki eleştirilerini dinledim; haklıydılar. “Bozuk saat bile günde iki kere doğru zamanı gösterir” vecizesini misâl göstererek şirinlik yapacak değilim fakat yine de saygıdeğer muhalefetimizin, âhenkli bir ritimle bu kadar hatâda nasıl olup da ittifak buyurduklarını anlamıyorum. Olsun, en azından bu defa haklılardı.

Diyorlar ki, “Anayasa görüşmelerinin içine ille de başkanlık maddesini iliştirmek şart değildir. Eğer hükümet uzlaşma komisyonu çalışmalarına devam ederse pekâlâ yeni bir anayasa yapabiliriz.” İyi de, saygıdeğer muhalefetimizin yeni anayasa konusunda istekli, hattâ heyecanlı göründüğüne hiç şahit olmadım ben; kırmızı çizgiler, mayınlı bölgeler, tartışılması bile günâh-ı kebâirden addolunan maddelerden müteşekkil “İstemezük, yaptırmazuk” edebiyatının patenti onlara ait çünkü; kezâ ünlü 12 Eylül 2011 referandumunda canhıraş bir gayretle hayır için çalışan da onlardı. Eh, saygıdeğer hükümetimiz anayasa çalışmasının içine başkanlık iliştirirken siyaset yaparsa, saygıdeğer muhalefetimiz de hepten huysuz ve geçimsiz görünmemek için “başkanlıktan vazgeç, canımın içi ol” hamlesiyle kendince siyaset geliştirecek elbette.

2014 takvimine üç kere sandık yerleştirip, bunlardan birinde (başkanlık da ihtiva eden) 30 madde civarında anayasa değişikliğini halkoylamasına sunmak hükümet açısından yüksek derecede riskli. Başbakan, bu hususta geri çekilmeye hazır olduğunu birkaç defa ihsâs ettiyse de belli ki kendi hesabına başkanlığı olmazsa olmaz cümlesinden görüyor ve her defasında Cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören anayasa değişikliğini ciddi bir gerekçe olarak öne sürüyor.

Bu konuda defalarca şu görüşü savunduğum için muhalefet sözcülerinin yaklaşımını haklı ve doğru buluyorum. O görüş şu idi: 31 Mayıs 2007’deki anayasa değişikliği, vesayet rejimini dizleri üstüne çökertmek için o gün itibarıyla kaçınılmaz bir hamleydi fakat artık değildir. 101’inci maddede yapılan değişikliği ortadan kaldıran yeni bir anayasa tadili, krizi ortadan kaldırır ve “partili cumhurbaşkanı” gibi yeni bir kriz başlığından da halâs olunur. Parti tüzüğünde üstüste üç dönem yürütme görevi üstlenmeyi yasaklayan 132. madde (sahi, bu fıkra seçilme hürriyetini tahdid etmiyor mu; AYM, bu maddeyi fark etmedi mi acaba?) de kısa bir tüzük kurultayı ile tâdil edildikten sonra çok ciddi bir meseleymiş gibi görünen pürüzler giderilmiş olur.

Krizi aşmak istiyorsanız çaresi basit, fakat krizi fırsata dönüştürmek daha kârlı görülüyorsa, “Cumhurbaşkanını halk seçince zaten fiilen yarı başkanlık sistemine geçmiş olacağız; en iyisi şu işi düzgünce halledelim” bayrağı sallamak da mümkün, esasen olup biten de bu galiba.

Peki, niçin ille de başkanlık? Başbakan acaba muhalefete ölümü gösterip sıtmaya râzı etmek için elini yüksek gösterip siyasi bir blöf mü yapmayı düşünüyor, bilmiyorum. Şu şartlar çerçevesinde başkanlık sistemini Türkiye için kaçınılmazmış gibi gösteren yegâne sebep, pek yakın bir zamanda geniş yetkilerle donatılmış eyaletler uygulaması olacak gibi görünüyor. Muhalefet sözcüleri de bu zayıf noktaya yüklenerek, “Hükümetin gizli ajandası, halktan gizlediği ama meselâ BDP’nin bildiği başka gelişmeler mi var?” diye soruyorlar.

Haklılar. Başkanlık ısrarının başkaca esbâb-ı mucibesini bilmiyorum, anketlere göre halkın yüzde 60’ı da konuya sıcak bakmıyor. Bu çerçevede önümüzdeki yıl milleti üç kere sandık başına davet etmek biraz fazlaca iyimserlik olmuyor mu?

Dua etsinler ki siyasetten pek anlamıyorum; ya bir de anlasaydım?