Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Gençliğin bir döneminde ortaya çıkan duvar yazıları alışkanlığı bile "graffiti" adı altında, kendi çapında bir sanat branşı haline geldi ama biz milli bir mesaj vermek gereği hâsıl olduğunda üslup itibariyle kötüye mahkum kalmaktan bir türlü kurtulamıyoruz.

Çanakkaleliler her gün gördükleri için belki artık dikkatlerini bile çekmiyor olsa gerektir; öyle olur; göz önündeki şeyler zamanla görünmez hale gelir. Bu duyguyu en çok İstanbul"u ziyaretlerimde hatırlarım. Eski İstanbul"un neredeyse her köşesini ziynetlendiren tarihi eserleri her görüşümde turistler gibi dakikalarca seyredip önünden ayrılmamak gelir içimden; halbuki aynı şeyler İstanbullular için çoktan göz hafızasına alınmış sıradan şeylerdir, fark etmezler bile.

Çanakkalelilerin belki de artık kanıksadığı görüntü, 9 Haziran 2004 tarihli Zaman"ın ilk sayfasında yayınlandı; haber feribot yetersizliği ile ilgiliydi ama fotoğrafı çeken Turgut Engin isimli muhabir, iskele veya feribot yerine, tahminimce Çanakkale Boğazı"nın yamaçlarından birine "kazınmış" o devâsâ yazıya odaklanmıştı (O dikkat etmeseydi, ben asla fark edemeyecektim; yeri gelmişken sayın Engin"e teşekkür ediyorum).

Bu nesnenin adı nedir; ne derler, ne demeli? Mesela "dağ yazısı" desek olur mu; yoksa "dünyanın en büyük pankartı" mı demeliyiz? Fazlaca Batı ülkelerinde gezip dolaşmışlığım yoktur ama zannetmem ki Batılıların böyle bir âdeti olsun: Bir dağın yamacını temizleyip oraya -çok uzaklardan bile okunsun diye- büyük, kocaman yazılar yazmak galiba sadece bizde âdettir.

Çok uzaklardan görülebilen devâsâ nitelikteki büyük sanat eserlerine "âbide" derler ve bu gibi eserler mimarlıkta Fransızca"dan alınma "monumental" kavramıyla isimlendirilir, yani "muazzam, heybetli, âbidevî" demektir. Olağan boyutlarının dışına çıkılarak büyütülmüş sanat eserlerinde güzellik etkisi yaratmak zordur ve bu gibi eserler, seyredenlerde haşyet, ürperti, azamet uyandırması için yapılır. Meselâ Eiffel Kulesi, New York açıklarındaki meşhur Hürriyet heykeli veya Rushmore dağlarının kaya yamaçlarına oyulan ve dört ABD başkanının muazzam boyutlardaki büstlerini ihtiva eden dev heykeller böyle eserlerdir. Bunlar, hem sanat değeri hem de politik anlamları olması hasebiyle sanatla siyasetin nadir ahenkli örneklerini teşkil ederler.

Daha başka "monumental" nitelikli mimarlık ürünü veya sanat eseri saymak kabil de, dağın boğaza bakan yamacını kazıyarak oraya üzerine beyaz badana dökülmüş iri taşları bir araya getirip bir şiirden iki mısra yazmak dünyanın hiçbir yerinde görülmüş değildir. Olabilir, mümkündür, "bu da bir ilktir ve bu monumental ifadeyi biz icat ettik" diyebiliriz ama Nasreddin Hoca"nın kar helvası da böyle bir şeydi; rahmetli bu helvayı kendisi icat etmiş ama tadına baktıktan sonra beğenmemişti. Hayır, bu bir mimarlık ürünü değil, uzaktan bakılınca daha çok bir tarım faaliyetini andırıyor. Görünen en mühim icraat, bilinmez kaç dönüm orman arazisinin veya yüksek çalılığın kazma-balta ile traşlanarak alanın "temizlenmesi" olmuş. "Temizlenen" yer, Türkiye"nin gözbebeği, belki de dünyanın en güzel sahillerinden birisi olan Çanakkale Boğazı kıyıları. Mesele ormanın kesilmesinden de ibaret değil; oraya birilerine mesaj olsun diye badanayla işlenen şey, üzerinde bir dirhem yeşilliğin bile bulunmadığı bir bozkır, bir kayalık, bir çöl parçası da olabilirdi; hata, en evvel yapılan şeyin en küçüğünden de olsa bir sanat değeri taşımamasından kaynaklanıyor. Yer yanlış seçilmiş, yapılan şey bizatihi fuzuli ve sanat boyutundan mahrum.

Denilebilir ki, "yazılan metin isabetli ama"; evet, rahmetli Necmeddin Halil Onan"ın "Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu toprak / Bir devrin battığı yerdir" mısraları, bizim isimsiz şehidimiz Mehmetçiğin hâtırasına dikilebilecek -belki de- en güzel kitâbedir; devamı şöyle: "Eğil de kulak ver bu sessiz yığın / Bir vatan kalbinin attığı yerdir". Evet, şiir güzel ama çerçeve kötü. Kötüden de öte, görenlere, "Türklerde hiç estetik seviye kalmamış; dünyanın en büyük savunma savaşının verildiği bir bölgede ağaçları keserek badanayla yazı yazmışlar" dedirtecek, utançtan baş eğdirecek bir âbide; evet, bir âbide-i sakaalet!"

Dağlara taşlara yazı yazmak ne zaman ortaya çıkıp da sadece Türklere mahsus bir sanat dalı haline geldi? Gençliğin bir döneminde ortaya çıkan duvar yazıları alışkanlığı bile "graffiti" adı altında, kendi çapında bir sanat branşı haline geldi ama biz milli bir mesaj vermek gereği hâsıl olduğunda üslup itibariyle kötüye mahkum kalmaktan bir türlü kurtulamıyoruz.

Çanakkale"yi anlatan en değerli sanat eseri, iki defter kağıdına sığacak büyüklükte bir şiirden ibaret; seksen seneden beri Çanakkale deyince Âkif"in ölmez eserini hatırlıyoruz; başka şiirler de yok değil ama hangisi Âkif"in eserinin yanına konulsa sönük kalıyor. Aradan yıllar geçti; çok uzaklardan görülsün kastıyla dikilen dört sütunluk âbideden başka o destanı işleyen hangi sanat ürünlerini koyabildik ortaya? Milli Mücadele"yi sanatına aksettirebilenler, o devirde yaşamış birkaç sanatkârdan ibaret. Milli Mücadele sinemada yok; resim sanatında yok, tiyatroda yok, musikide yok; olanlar da en azından seksen yaşında.

Daha önce yazmıştım. Herhalde, "Atatürk"ü dünyada en çok seven millet Türklerdir" hükmüne kimse itiraz etmez ama ne gariptir ki Türkiye"de Atatürk heykelleri ve büstleri son derece çirkin ve zevksiz tasarlanır; bunların yüzde 80"ine "sanat eseri" demek bile yanlış olur. Sanata aksetmeyen bir sevgi, ne derece samimidir diye düşünmeden edemiyor insan. Sadece heykel değil, heykellerin yer aldığı anıt külliyeleri de mimarlık, peyzaj ve estetik bakımdan birbirinden perişan durumda. Atatürk hakkında yazılan şiirlerin çoğu alelâde ve edebi derinlikten uzak manzumelerdir; niçin?

Şimdi ümid ederiz ki, Çanakkale sahillerine balta ve kürekle inşa edilen o mânâsız "tepe yazısı"ndan vazgeçilerek, yeri yeniden yeşillendirilir. Düşünmeliydik ki, Çanakkale Harbi"nin geçtiği yerleri, ölen her askerin hâtırasını taziz için yüzbinlerce ıhlamur, meşe, kızılçam, ladin, gürgen ağaçlarıyla gümrah bir orman haline getirmek bile şimdikinden daha latif, estetik ve mânidar bir "anıt" olurdu. O şiir çok güzel ama güzel olduğu için ille de dağlara taşlara yazılması gerekmiyor. Yeni bir anıt gerekiyorsa en güzeli dikilmeli, destansa destan; filmse film, tiyatroysa tiyatro ama en güzeli ve yüksek sanat değeri taşıyanları tercih edilerek.

Bu toprakların gerçek sahibi olmaya lâyık olduğumuzu, onu imar ederek, en güzel sanat eserleriyle donatarak, üzerinde insana lâyık idari düzenler işleterek, kısaca her sahada medeni bir millet olduğumuzun en yüksek örneklerini çoğaltarak ispat edebiliriz; Hâlen bu asli vazifeyi henüz lâyıkıyla yerine getirememiş olmanın yükü altındayız! Ne diyordu şiir: "Bir devrin battığı yer". Batan şey, bizim medeniyet tasavvurumuz olmasın sakın!