Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İçinde yaşadığımız yoğun saçmalık artık cinnet raddelerine vardı; birilerinin şimdi istifa mekanizmasını kullanarak mütemadiyen kendini besleyen bu saçmalık kesafetini durultması, gidişata bir dur demesi gerekiyor ve unutmayalım ki istifa ile de siyaset yapılabilir. "Muasırlık, kadınların mutlaka saçlarını açıkta bırakmalarını gerektirir" cümlesini tahlil edelim; bu cümlenin Türkiye'de taşıdığı etki derecesi, cümleyi sarfeden kişi veya kurumun etki derecesine bağlıdır.

"Muasır medeniyet seviyesine mutlaka erişeceğiz" hedefini koyduğumuzdan beri biz, muasırlığın, yani çağdaşlığın, bizim dışımızda ve biraz da bize rağmen teşekkül eden bir kavram olduğunu zımnen kabullenmiş bulunuyoruz; öyleyse çağdaşlık kavramının bizim tarafımızdan değil, bütün dünyada târif edilmiş ve benimsenmiş biçimini model kabul etmemiz gerekir gibi bir mânâ çıkıyor. Ne var ki, Türkiye'yi çağdaşlaştırmak için kendilerinde toplumu gerektiğinde cebren değiştirmek gücü ve yetkisi bulanlar, çağdaşlığın "çağdaş", yani bizim dışımızdaki dünya tarafından kabul edilmiş tarifine itiraz şerhi koymakta sakınca görmüyorlar ve tam bu noktadan itibaren garip bir milliyetçilik yorumu devreye giriyor: "Tamam çağdaşlık iyidir ama bizim de kendimize göre bazı özel şartlarımız var; biz, bize benzeriz; çağdaşlığı olduğu gibi Türkçeye tercüme edersek, toplum henüz cahil ve geri olduğu için çağdaşlığın tam aksine yan etkiler (gericilik, bölücülük vb.) husûle gelebilir!" <br><br>Metre denilen şey, platinden imal edilmiş orijinali Louvre Müzesinde muhafaza edilen ve 100 santimetreye tekabül eden "çağdaş" bir uzunluk birimidir; muasır Türk kafası metrenin muasır bir birim olarak kabulünde pürüz çıkarmaz ama bizatihi muasırlık, yani çağdaşlık kavramının tarifinde teklemeye başlar ve kavramın aslında evrensel bir karşılığının olmadığını, kültürden kültüre farklılıklar gösterebileceğini cesaretle savunur. İşte bu "bizim çağdaşlığımız bize mahsustur" yaklaşımıdır ki bizi her defasında çağdaş dünyanın kapılarından geri dönmeye mecbur eder. <br><br>Bir küçük misal göstermeme müsaade eder misiniz? Bundan onbeş gün kadar önce, Türkiye'nin en büyük üniversitelerinden birinin rektörü hakkında bir başkasına ait ilmî bir yayından "intihal"de (fikir ve sanat eserlerinde hırsızlık) bulunduğu iddiasıyla bazı haberler yayınlandı. Gazetelerden birinde, aktüel meselelerin tarihteki izdüşümlerinden örnekler vererek yorumlayan bir tarih yazarı bu meselenin üzerine giderek, "intihal" iddiasının belgelerini yayınladı; gazetecilik ahlâkına itaatle her iki tarafın görüşlerine yer verdi ve neticede rektörün açıklamalarından tatmin olmadığını belirterek yazısını tamamladı; lâkin yazısının bir yerinde mealen, "ben bunları yazıyorum ama bazı çevrelerin meseleyi ard niyetle sömürmesini de istemem" şeklinde bir kayd—ı ihtiraz düşmekten de kendini alamadı. Peki, kimdi o "bazı çevreler", neyi istismar edeceklerdi? İtham edilen rektör, üniversitesinde başörtüsü yasağını en katı biçimde uygulamakla şöhret yaptığı için eleştiriliyordu; tarih yazarı ise, "sizi eleştiriyorum ama ben o bazı çevrelerden değilim ha; benim itirazım bambaşka noktaları kapsıyor" demeye getiriyordu. <br><br>Meselenin ilim, fikir ve sanat eserlerinde hırsızlık boyutu ayrı bir bahis; öyle bir yara ki sargısını kaldırsanız ufûnet görünür. Takib edebildiğim kadarıyla bu ciddi itham hâlâ idari ve ilim ahlâkı açısından bir soruşturulmaya tabi tutulmadı hatta adı geçen rektör, âmirleri tarafından savunuldu. Ben işin intihal tarafında değilim; beni yaralayan şey zihnî dünyamızda içine düştüğümüz, kaypaklık ve sübjektivitedir. Zira biz kavramları târif etmeyi sevmeyiz; özellikle çok kullanılan, kamu—toplum ilişkilerine yön veren kavramları "yersen yoğurt, içersen ayran" kıvamında bırakmayı tercih ederiz. <br><br>Mesela Türkiye'nin laik olduğunu herkes bilir ama laikliğin Türkiye'de herkesin ittifak ettiği bir tarifi yoktur; bizzat anayasamız bile laiklik kavramını tarif etmeksizin tasarruf eder. Keza çağdaşlık, ilericilik, irtica, insan hakları vb gibi temel kavramları da tariften kaçınarak "tarifsiz kederler içinde" bırakmışızdır. Bu yüzdendir ki, söz gelişi hırsıza açıkça hırsızsın demek yerine, "sana hırsız demeyi düşünüyorum ama bazı çevreler (mesela "dinci basın") de senin hırsız olduğunu düşünürler ve sana hırsızsın derler diye açıkça söylemekten kaçınıyorum" mealinde şeyler geveleyip dururlar. <br><br>Tanzimat Hatt—ı Hümayunu ilân edildiğinde sokaklarda münâdilerin, "ey ahali, bundan böyle gâvura gâvursun demek yasak" diye duyuru yaptığını söylerler; galiba biz o tarihten beri kavramları yerli yerinde kullanmak kabiliyetini unuttuk, ardından lisanda devrim yaparak lügâtlerimizi boşalttık ve işte bu yüzden çok tartışıyor gibi görünmemize rağmen iletişim eyleyemiyoruz.() <br><br>Sadede gelelim; işbu rektöre bağlı hastanelerden birinde, 71 yaşında bir hanım hasta, sağlık karnesindeki başörtülü resim sebebiyle içeriye alınmadı ve bürokratik engellerin aşılması için uğraşılırken son nefesini verdi. Kimseyi itham etmiyorum, hatta üniversitenin rektörünü ve onun âmirlerini bile. Sadece şöyle düşünüyorum; ben bu hükümetin bir başbakan yardımcısı olsaydım ve bu hadiseyi işittiğimde, işitmezlikten gelmek yerine önüme bir kâğıt çeker ve istifa mektubumu yazardım ve derdim ki: "Siyaset güç için, onu kontrol etmek ve bizzat onu tasarruf etmek için yapılır. Medine Bircan'ın ölümüne sebep olan bürokratik saçmalıklar konusunda, seçimlerden önce bu hususta söz vermiş olmama rağmen elimden birşey gelmediğini anladığım ve müdahil olamadığım için seçmenlerimden ve Türk toplumundan özür diliyor, milletvekilliği sıfatım da dahil olmak üzere bütün siyasi görevlerimden istifa ediyorum." <br><br>İçinde yaşadığımız yoğun saçmalık artık cinnet raddelerine vardı; birilerinin şimdi istifa mekanizmasını kullanarak mütemadiyen kendini besleyen bu saçmalık kesafetini durultması, gidişata bir dur demesi gerekiyor ve unutmayalım ki istifa ile de siyaset yapılabilir. <br><br>() Çok bilinen bir nükte ama tam yeri; iletişim eylemek zannedildiği kadar kolay değil; bakın nasıl? İki kişi arasındaki "sâdık" iletişimi engelleyen en az dokuz engel var: 1—Düşündüğünüz, 2— Söylemek istediğiniz, 3— Söylediğinizi sandığınız, 4— Söylediğiniz, 5— Karşınızdakinin duymak istediği, 6— Duyduğu, 7— Anlamak istediği, 8— Anladığını sandığı, 9— Ve anladığı. Lugatsiz bir toplumun gayrı nasıl iletişim eyleyeceğini siz hesab ediniz.<br><br><br><br>ALINTI:<br><br>"Eskiden kanatlıydı dağlar. İstedikleri zaman uçar, diledikleri yere konarlardı. Toprak, onların gidiş gelişlerinden öylesine sarsılıyor, öylesine inliyordu ki tanrı Sudra onun haline acıdı ve dağların kanatlarını kesti; kanatlar bulut oldu. Bulutların dağlara koşması bundandır." <br>Cemil Meriç, Hind Edebiyatı, Dönem y., İst., 1964., s. 166 (Şatapata Brahmana'dan)<br><br>SÖZ:<br><br>"Çatıyı tamir etme zamanı, güneşin parladığı andır."<br> John. F. Kennedy<br><br>GÜLÜMSE:<br><br>ZAYİAT RAPORU <br>Devir eski devir; mağrur ve yiğitliğe toz kondurmayan bir kabadayı kahvede önüne çektiği mangalın ateşiyle ısınmakta ve etrafındaki avare takımına "eski vukuat"larından bahsederek övünüp durmaktaydı. Kahveci bir ara ateşi harlandırmak bahanesiyle mangal külünün içine birkaç yabani kestane yerleştiriverdi. Bir süre sonra kestaneler büyük bir gürültü ile patladı ve etraf toza dumana bulandı. Neden sonra kabadayı, sığındığı peykenin altından başını uzatarak sordu, <br><br>—İçimizde şehit olan var mı arkadaşlar?