Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bir Dokuz Eylül Üniversitesi'ndeki rektör seçimleri edebiyatıdır gidiyor; anafikre değil ayrıntıya mıhlanıp kalmanın tipik bir göstergesi bu.

Rektör seçimlerinde 449 ve 389 oy alan adayların isimleri çizilip yerlerine kendilerine oy verdikleri tahmin olunan 1'er oyluk iki aday yazılınca bazılarının aklı başından gitti. İddiaya varım; eğer rakamlar arasındaki fark insanı güldürecek kadar fâhiş olmasaydı çıt çıkmayacaktı. Çıkmayacaktı çünkü bu sistem 17 senedir uygulanıyor. "Aday belirleme anketi"nde en çok oyu almadığı halde rektör atanan pek çok öğretim üyesi var.

Eğri oturup doğru konuşalım; üniversitelerde öğretim üyelerinin iştiraki ile dört yılda bir yapılan şey "seçim" değil, niteliği itibariyle "aday belirleme anketi"dir. Bu husus YÖK Kanununda sarahaten belirtilmiştir. "Yoklama"da ilk altı sırayı alan adayların isimleri YÖK'e gönderilir; YÖK ise bu altı ismi, kendi kriterleri ışığında değerlendirerek üçe indirir ve bu üç ismi Cumhurbaşkanı'na gönderir. Cumhurbaşkanı bu üç isimden uygun gördüğünü rektör olarak tayin eder. Mesele bundan ibarettir ve Dokuz Eylül Üniversitesi'nde olup bitenler "kanun"a uygundur; buna benzer pek çok uygulama daha yapılmıştır ve yapılacaktır.

"Kanuna uygun ama hakkaniyete uygun mu bakalım?" denilirse tartışalım: Bana göre kamu kurumlarında çalışan memurlar, âmirlerini "seçim" yoluyla belirlememelidirler. Karakollarda polisler nasıl âmirlerini seçmiyorsa, tapu dairesinin müdürü nasıl merkezden tayin yoluyla belirleniyorsa, valiler nasıl şehir sakinlerinin oyuyla değil de, uzun kararname pazarlıkları neticesinde bakanlık tarafından tayin ediliyorlarsa rektörler de YÖK tarafından belirlenmeli ve tayin edilmelidir. "Efendim üniversite ile karakolu veya tapu dairesini nasıl bir tutabilirsiniz; üniversiteler, birer ilim ve irfan kuruluşu olarak..." yollu itirazların indimde hiçbir ciddiyeti yoktur. Devlet bütçesinden finanse edilen ve müfredatları YÖK tarafından denetlenen üniversiteler tam aksine gayet mazbut ve muhkem birer kamu kuruluşudur. Üniversitelerin birer "kamu alanı" olduğu yolundaki içtihadın buğusu ise henüz üzerindedir. Başörtüsü meselesi etrafında kopan cayırtı esnasında bu "ilim ve irfan kuruluşlarımızın", aslında akademik hürriyetlerin bile barınamayacağı kadar kunt birer resmî müessese olduğu kerrât ile ortaya konulmuştur. Şimdi yapılması gereken tek şey hatayı tashih etmek ve her dört yılda bir üniversiteleri dedikodu kazanına çeviren, beyhude ve yanlış telakki edildiği için onur kırıcı "anket" uygulamasına son vererek rektörleri merkezden atamaktan ibarettir.

Üniversitede seçim kampanyası neye benzer?

Rektörün seçim yoluyla belirlenmesi, ancak mütevelli heyet tarafından yönetilen üniversitelerde mümkün ve anlamlı olabilir. Bu usûlün bazı antidemokratik uygulamalar yüzünden çığırından çıkarıldığı tezinin son derece zayıf olduğunu işaret etmeliyiz. Kimse pratikte nelerin cereyan ettiğini doğru dürüst bilmiyor: Yaşlı başlı onca profesörün kapı kapı dolaşarak beyanname dağıtması, bir oy uğruna çiçeği burnunda yardımcı doçentlere dil dökmesi, adaylar etrafında kümelenen "ekip arkadaşları"nın diğer adaylar aleyhine dedikodu ve iftira üretmesi, sabahlara kadar kulis çalışmaları yapılması, "vaad listesi" tanzim ederken işin ucunun gülünç noktalara kadar kaçırılması acaba bir "ilim ve irfan kuruluşu"na yakışıyor mu dersiniz? Her seçimden altı ay bazen bir sene önce tâ Ankaralara taşınarak lobi faaliyetlerine girişilmesi, parti liderlerinden rica—minnet randevu talep edilmesi bir ilim adamının uğraşması gereken şeyler midir; bu "anket" uygulaması, üç dereceli olmaktan çıkarılıp tek dereceli hale getirilse bile mevcut yanlış katmerlendirilmiş olur. Rektörler doğrudan YÖK tarafından atanmalı ve hiç değilse bazı öğretim üyelerinin, seçim heyecanına kapılarak ilim vekarından uzaklaşmalarına mâni olunmalıdır.

Bir dokun bin âh dinle

bu kâse—i fağfûrdan...

Rektör seçimlerini bırakıp asıl meseleye parmak basmaya ne dersiniz? Üniversitelerimiz yüzde 95'i her yıl cayır cayır niteliksiz mezun çıkarıyor; çark dönüyor, bacalardan duman çıkıyor ama istihsâlin randımanı yok. Türkiye'nin seçkinleri, muhtemel yöneticileri, gayyur işadamları, vasıflı insanları çoğunu vakıf üniversitelerinin kapsadığı yüzde 5'lik dilimde eğitim görüyor bugün.

Üniversitelerimizde "bilim" ahlakı ve felsefesi üzerine söz söyleyebilecek, yani yaptığı işin "ne idüğü"nü bilen, eleştiren ve mâhiyeti üzerinde kafa yorabilecek insan sayısı maalesef çok mahduttur. Öğrencilerimizi "bilim zihniyeti"nden mahrum bir niteliksizlikle mezun ederek hayat mücadelesine itiyoruz. Türk üniversitelerinde bilim zihniyetinden ziyade pek feci ve iptidai —üstelik örtülü— bir "scientisme" konformizmi hâkimdir. Üniversitelerimizde rekabet ve eleştiri ortamı mevcut değildir. "Takım oyunu" en sevilen spor dalıdır. İlmî yayın kalitesi düşüktür. Rütbe terfilerine esas teşkil eden ilmî neşriyatın üzerine pertavsız tutulsa, çoğu kere gözlerinize inanamazsınız. Bizim üniversitelerimiz, kahir ekseriyeti itibariyle binbir güçlükle girilebilen yüksek liseler vasfını aşamamaktadır.

Dershanelere endeksli "milli" eğitim!

Rektör seçimiymiş!.. Rektörleri demokratik usulle tek dereceli bir seçimle işbaşına getirmek bu feci derecede vahim durumu kurtarmaz, aksine her üniversitenin başına "seçimle gelmiş bir kral" geçmesine sebep olur. Problem rektör seçiminde, rektörün kim olduğunda, hatta rektörlerin hangi zihniyetten insanlar olmasında bile değil; problem insan yetiştirme düzenimize eğilen bakış açısındaki körlükte. Onbir yıllık bir süreyi sadece ÖSS denilen imtihanda başarılı olmak hedefine kilitlemiş bir eğitim, "milli" bile değildir. Okullarımızda Türkçe öğretemiyoruz, millî tarih, yabancı dil, usûl bilgisi öğretemiyoruz, hatta okullarımızın ÖSS'ye hazırlık fonksiyonunu ne derece üstlendiğine bile güvenemediğiniz için ucûbe bir paralel "dershaneler" sistemi icat etmişiz. Lise yeterliyse dershaneye ne gerek var? Lise gereksiz, dershane illâ ki şartsa bu onbir yıllık eziyetin anlamı ne? Çoluk—çocuğu oyalamak mı?

Aynen öyle!

Âkıbet nereye varır?

Bugünkü eğitim felsefesinde ısrar edildikçe Türkiye'nin —maazallah— günün birinde bölünmesini —hangi sertlikte olursa olsun— hiçbir kanun önleyemez; kendi geleceğimizi dinamitliyoruz; evlatlarımızı mahvediyoruz. Devlet seçkinleri gelecek elli seneyi göremiyor diyelim, o pimpirikli, müdebbir "burjuva aklı"na ne oldu ki habire devlet arazilerine vakıf üniversitesi kurup kendi holdinglerine nitelikli eleman yetiştirmekten ötesini kestiremiyorlar? Yarının bunca işsiz, mesleksiz, felsefesiz ve gayesiz delikanlısı "tüketici" bile olamayacak kadar lumpenleşirse, kime ne satacaksınız ey sanayi burjuvazisi ve bunca "içtimai dinamit"i kendini ve çevresini helâk etmekten nasıl koruyabileceksiniz?

Yoksa projeksiyonlarınız, Türkiye'nin gelecek elli yılında kendinizi "mevcut" saymayacak kadar kısa vâdeli midir; bilelim?

Bu noktada meseleye hakkıyle va'z—ı yed eder bir "devlet aklı", Fransızların tâbiriyle bir "raison d'Etad"dan söz edilebilir mi, şüpheliyim. Şüphesiz bir devlet aklı var fakat gösterdiği emârelerden bu aklın sadece günü kurtarmak telâşesiyle hareketlenen bir kurnazlıktan ibaret olduğu seziliyor. Bu problem ne yazık ki, otuz yıl öncesinin "gayri milli eğitim", "eğitim kuruluşlarına sol sızma" yakınmalarından çok farklıdır ve âdeta geleceğini "bu ülke"de yaşamak hesabı üzerine kurmak yerine az zamanda çok nemâ toplayıp bir başka yerde yerleşmeyi düşünenlerin itinasız eceleciliğini hatırlatmaktadır.

............

İsteyenler şimdi yine Dokuz Eylül meselesini tartışmaya devam edebilirler efendim!