Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Yargıtay Başkanlar Kurulu bildirisi, beni aldı, yıllar öncesine götürdü. Genciz, kanımızın deli zamanı. Türkiye'yi şaak diye kurtaracak formüller ezberimizde, hattâ o kadar ki, "bu kadar basit gerçekleri, profesyonel devrimci Leninist arkadaşlarımız nasıl bilmiyor yahu" diye şaşırıyor, ondan sonra veriyoruz bildirinin gözüne.

Allah taksiratımı affetsin, hayli bildiri yazmışlığım vardır benim vaktiyle. Önceleri teksirde çoğaltmak için daktiloda mumlu kâğıda (Gestetner marka!) yazardık, sonra mertlik bozuldu off-set çıktı. Sadece sopayla, zincirle, bıçakla değil, bildiriyle de mücadele verirdi o devrin gençleri. Bazı arkadaşlar, posta pulu, kelebek biriktirir gibi bildiri toplar koleksiyon yaparlardı. "N'apacaksın oğlum bunca bildiriyi" sorusuna, "sizin aklınız ermez, ilerde çok para edecek bunlar" derlerdi.

Para ediyor mu bilmem; fakat içlerinden bazıları tarihçi oldu.

Geçelim; bu bildiri meselesi ile ilgili çok güzel bir fıkram var ama çekiniyorum, anlatsam mı, geçiştirsem mi düşünüyorum. Çarşamba günü yayınlanan "Dinci" başlıklı yazıya bazı okuyucular kızmışlar, "sen dinsizliği matah bir şey gibi övüyorsun; çoluk-çocuğun aklını bozacaksın" demeye getiriyorlar. Hafif tertip hakları yok değil fakat sirkeyi sarmısağı hesap edeceğim derken meselenin râyhası kaçıyor.

Anlatmıyorum, vazgeçtim!

Aynen böyle oluyordu; kafamızı bozan hadiselere birer bildiri yazınca sâkinleşiyor, ne bileyim, kendimizi ifade imkânı buluyor, rahatlıyorduk. Neticede fikri faaliyet; sonuna doğru klasik bir "kahrolsun-yaşasın" faslı açıyor, orada beynelmilel komünizm ve yerli işbirlikleri başta gelmek üzere verip veriştiriyorduk, bir iç huzuru, bir rahatlama ki, sormayınız.

Şimdi taş gediğine geldi, orada duruyor; yazmazsam dilim şişecek. Anlatmasına anlatacağım ama şu hassas okuyucu takımıyla bir mukavele yapsam iyi olacak: "Vaay, seni bizim kutsal değerlerimizle dalga geçiyorsun, hafife alıyorsun" demece yok. Adı üstünde fıkra. Biraz baharatlı olmazsa, kahrı çekilmez.

Köylünün biri, vaktiyle hayvancılıkla ekmeğini kazanmaktaymış. Gel zaman git zaman, sürüye bir hastalık bulaşmış, hayvanlar birer ikişer ölmeye başlamışlar.

Köylü, "vay yandım"a düşmüş, bilenlere danışmış, tavsiyeleri yerine getirmiş. Nerdee? Sürü gün be gün, birer ikişer eksilmekte.

Yakın ahbabından biri demiş ki, "Yav arkadaş, sakın şeyden olmasın; mâlum senin namazda niyazda pek gözün yok; bayram namazlarına bile tahterevalli ile gelirsin. Ondan olmasın?.."

Köylü düşünmüş taşınmış; arkadaşı haklı. Olur mu olur! "Bir de" demiş, "köyün hocasına danışayım; okumuş adam, o bilir!"

"Ooo" demiş hoca, "demek sende abdest-namaz öyle kırk yılda bir öyle mi?.." Düşünceli düşünceli başını kaşımış, "Pek yazık, pek fenâ; senin gidişatın gidişat değil. Senin sürünün bereketi kesilmez de ne olur?"

Heyecanla, "Ondan mı" demiş köylü. Hoca gayet kendinden emin, "Kesinlikle" demiş. "şimdiden tezi yok, derhal namaza başlayacak, tövbe-istiğfar edeceksin; haydi bakalım!"

Köylü o iştahla namaza başlamış fakat ertesi gün ölen hayvan sayısı iki misline çıkmış. Ertesi gün daha fazlası; sürü giderek kırılıyor fakat bizim köylü azimle hocanın tavsiyesine riayet etmekte.

Uzatmayalım, haftasına kalmadan hayvanlar sekizer-onar ölmeye başlayınca, köylünün elinde kala kala bir tane keçi kalmış.

Bizimki, fena halde kafası karışık, "nedir bu başıma gelenler" deyu kendi kendine alıp vermekte ve bir yandan da abdest için musluğa yürümekteyken bir bakmış, keçi eve girmiş, köşedeki son kuru ekmek parçasını gevelemekte? Bizimki dayanamamış,

  • Çekil git rezil, gözüme görünme; iki rekât da sana dayanırsam, görürsün gününü!

...

Bildiriyle ne alâkası var diyeceksiniz. Hiiç, öylesine işte!