Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ali Ulvi Kurucu'nun hâtıraları, 3. cildiyle bir kere daha okuyucu karşısında. Vaktiyle Medine'ye giderek Ali Ulvi Bey'le iki ay müddetince mülakat yapan ve konuşmaları teybe kaydeden M. Ertuğrul Düzdağ'ın önsözde verdiği bilgiye göre hâtıralar, müteakip ciltlerle devam edecek.

Hâtıralar, esası itibariyle Ali Ulvi Bey'in delikanlı çağlarında ailesiyle birlikte Medine'ye hicretini merkeze alması bakımından fikir tarihimizi çok ilgilendiriyor. İlk iki ciltte, bu hicrete zemin teşkil eden siyasi hadiseleri ve bu hadiselerin Konya ve havalisinde yaşayan din alimleri üzerindeki tesirlerini bütün ayrıntılarıyla gözleyebiliyoruz. Evet, hâtıralar, tabiatı icabı sübjektif eserlerdir ve ihtiyatla değerlendirilmeleri gerekir fakat Üstâd'ın anlattığı hadiseler ve zaman kesiti, diğer ve benzeri kaynaklar tarafından pek az işlendiği için belge kıymetini haiz bulunuyor.

İLTİCA DEĞİL, HİCRET!

Dinî hizmet veren kurumların kapatılması, dindar insanlar üzerinde zabıta tâcizi uygulanması ve nihayetinde ezanın Türkçe okunması ile devam eden hâdiseler esnasında yoğunlaşan zihnî baskı yüzünden kitle halinde değilse bile hatırı sayılır miktarda Türk vatandaşının ülkesini terk ettiğini anlıyoruz ama mühim bir ayrıntıyı ihmâl etmemek kaydıyla: Gidenler, rejime karşı belki buruk, fakat ülkelerine karşı hürmet ve muhabbetlerini asla kaybetmiyorlar. Bugünlerde Fazıl Say'ın, çok garip bir tutumla halkından şikayet ederek ülkesini terk etmeyi telaffuz etmesiyle, otuzlu yıllarda Türkiye'yi terkederek dinî hayatlarını daha serbestçe yaşayabilecekleri bir ülkeye hicret edenler arasında bu bakımdan çok mühim bir fark var.

İlticâ ile hicret, aynı kapıya çıkmıyor; arada mühim farklar var; buna kısaca "yerlilik farkı" da diyebiliriz.

"YERLİLİK" NASIL BİR ŞEY?

Geçenlerde, "laikçi" kimliği ve yazılarıyla tanınan bir yazar, "yerlilik"ten ne anlaşılması gerektiğini şu satırlarıyla -istemeden de olsa- ifşâ etti; yazar diyordu ki: "Bir ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı... bakanlarının, milletvekillerinin bir ikisi dışında hemen tümü... Eğer opera, bale ve klasik Batı müziği izlememişse, izlemiyorsa, o ülkenin kültür düzeyi mümkün değil yükselmez. Ve o ülke tıpkı bizim gibi vıcık vıcık bir kültür yozlaşmasına uğrar. İşte böyle bir ülkede çok büyük çoğunluk da Fazıl Say'ı, onun ruhundaki travmaları anlayamaz."

Kültür kavramını doğrudan Batılı esaslara bağlayan bu yazarın iddialarını yanlışlamaya değer bulmuyorum; dikkati çeken nokta şudur ki yazar, Fazıl Say'ın "giderim bak!" tehdidini, bu sanatçının Batı müziği konusundaki başarıları yüzünden ciddiye almaktadır. Böyle bir idrak perendesi, tehdit sahibini olduğu kadar onu savunanları da anlamamızı zorlaştırıyor; böyleleriyle bir kültür yarılmasının karşı kutuplarında bulunduğumuz âşikârdır ve bu yüzden halkının yaşayışından sızlananlarla, rejimin nobranlığından tâcize uğrayıp terk-i diyar edenleri aynı safa koyamıyoruz, koymamalıyız.

İNANÇ TARİHİNE KATKI

Ali Ulvi Bey'in hatıraları, sadece Medine, Mısır, Lübnan, Irak gibi ülkelerdeki gönüllü sürgünlerin hayatları hakkında ince ayrıntılar sunmakla kalmıyor; o insanların karakterleri, eğitim hayatları, alışkanlıkları, değerleri üzerine çok önemli bilgilere ulaşabiliyoruz. Derhal dikkati çeken nokta, gönüllü sürgünlerin büyük çoğunluk itibariyle bugünün dindarlarından çok farklı bir dindar portresi çizdikleridir: Masumiyet ve idealizm! Bu iki kelime, zannımca gönüllü sürgünleri topyekûn tarif edebilecek en doğru kavramlar olacaktır. Ne derece muvaffak olduklarını sadece Allah bilir fakat Türk muhacirlerinin gurbet ellerinde ruh ve mânâ köklerinden koparak savrulmak bir yana, her birinin kendi cirmince birer sahâbe gibi yaşama heyecanlarını hissetmemek mümkün değil: Samimiyet, inanç, güzel ahlâk, alın teriyle çalışıp kazanmak, hayra hizmet etmek, kötülükten, gıybetten uzak durmak, siyasi faaliyetten dikkatle kaçınmak ve mümkün olan ilk fırsatta ülkelerine geri dönmek arzusudur ki, bu insanların hayatını fikir tarihimizin bugüne kadar pek az bilinen ilginç bir faslı haline getirmektedir.

Neye ve nasıl inandığımızın da bir tarihi var; kitap, meselenin bu veçhesini de aydınlatıyor.

HATIRALARI NASIL OKUMALI?

Bizi daha çok merak ve araştırmaya sevk eden kitaplar doğru kitaplardır. Ali Ulvi Bey'in hâtıralarını, sadece güzel ahlâklı insanların güzel kıssaları şeklinde okuyup istifade etmek mümkün; fakat bu kitabın asıl faydası, hadiselerin kimi zaman arka planında cereyan eden tarihî, siyasi ve kültürel hadiseleri bilerek okumaktan geçiyor; gerek Cumhuriyet tarihimizin belli başlı hadiseleri ve gerek o esnada Ortadoğu ve dünyada meydana gelen hadiseler bilinmeksizin, hâtıralar tek renkli ve tek boyutlu kalabilir; lâkin o haliyle bile güzel ve istifâdeli.

Hâtıraların bir başka vasfı ise, çok akıcı bir dille kaleme alınmış olması, okurken insana zamanın nasıl geçtiğini unutturacak derecede sürükleyici bir tahkiye takib etmesidir ki, bu ustalık her ne kadar aslen Ali Ulvi Bey'in şiirle tehzib edilmiş lisânın eseri ise de, hâtıraları tebyiz eden (redakte edip düzenleyen, editörlük hizmeti ifâ eden) M. Ertuğrul Düzdağ'ın hizmet ve himmeti de gözden ırak tutulmamalıdır. Kendisine bu hizmet ve gayretinden ötürü kültürümüz ve irfânımız nâmına büyük minnet borçlu olduğumuzu ifade etmek benim için zevktir. Günümüzde artık böyle güzel bir Türkçe ve seyyâl bir lisanla kaleme alınmış eserlere az tesadüf ediliyor.

YA "HİÇ YAZILMAMIŞ" HÂTIRALAR?..

Yakın tarihimizin az bilinen bir çehresine ışık düşüren bu kitap, bana, muhtelif sebeplerle yazılabilecek iken yazılmamış veya gün ışığına çıkmamış nice meçhul hâtırayı düşündürdü; mevcut için şükretmek güzel fakat yazılanların, yazılmamışlara nisbetle ne kadar az yer tuttuğunu bilmek insanı hayıflandırıyor. Keşke daha çok yazan bir millet olsaydık; o zaman hiç şüphesiz, sıkıntılarımızla baş edebilmek biraz daha kolay olacaktı.