Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Amerika, bir dünya imparatorluğu kurmak şansını bu saldırıda kaybetti. Bu noktadan sonra Irak'ı son savunma mevziine kadar işgal etmiş olsa bile bu bir "Phyrrus Zaferi" olmaktan ileriye geçemeyecektir.

Günün birinde iki kutuplu soğuk savaş dönemini özleyeceğimizi söyleselerdi herhalde hayra yormazdık; soğuk savaş yıllarında da savaş, zulüm ve açlık vardı ama iki kutuplu dehşet dengesi, daha büyük acıların yaşanmasını nisbeten engelleyebiliyordu; o yıllarda küçük devletler, "bağımsız" olmak duygusu ile daha içiçe idiler. Dünya bugünkünden daha büyüktü eskiden; uçsuz bucaksız okyanuslar, henüz keşfedilmemiş karalar ve balta girmediğine inanılan ormanlar vardı. Bugünün dünyası küçüktür çünkü "global bir köy"ün tekdüzeliğine bürünmek üzeredir. Globalizm taraftarları, temsili demokrasinin, serbest rekabete dayanan piyasa düzeninin insanlık tarihi için en mükemmel final noktası olduğunu sanıyorlardı; üreten, çalışan, birbiri üzerine abanmayan âdil bir dünya olacaktı bu; diktatörler tarihe karışacak, insanlık bilgi paylaşımı ile ilerleyecek, sefalet yok olacaktı. Globalizmin şekerle kaplanmış yeni bir dünya diktatörlüğü anlamına geldiği çabuk anlaşıldı zira global değerleri tayin ve tarif eden güç, aslında kendi hükümranlığını meşru gösterecek bir ideolojiyi kabul ettirmek peşindeydi.

ABD'nin tek egemen olduğu bir dünyayı tasavvur etmeye çalışalım; hiç kimse böyle bir rüyanın içinde yaşamaya razı olmayacaktır çünkü Amerikalılar insanlara cennetten değil cehennemden pasajlar gösteriyor ve olanca şık ve kibar görüntülerine rağmen dünya toplumlarına güven telkin edemiyorlar. Amerikan yönetiminin iyi tarafları, sadece "wasp" niteliği (yani, white, anglo—saxon, protestan kelimelerinin başharflerinden yapılan bir kısaltma) taşıyanlara mahsus bir imtiyaz. Aslına bakılırsa Amerika adını verdiğimiz devâsâ imajlar ve olgular topluluğu içinde propagandaya yarayışlı olumlu şeylerin bulunması son derece tabii. Amerikalıların dünyaya sunabilecekleri bir sulh ve selâmet projesine sahip olmadıklarını artık iyice biliyoruz: "Pax Americana", yani Amerikan barışı ismini verdikleri kavram, "Irak'ın hürleştirilmesi"ne benzeyen bir niyeti kapsıyor!. ABD, güç kullanmaya ve bulundurmaya ehliyetli olmadığını defalarca isbat etti; onlarda bir evrensel barış fikri yok. Büyük ihtimalle kendilerini, günahkâr ve isyankâr dünya toplumlarını yeryüzünde cezalandırıp ıslah edecek bir ilâhi vazife ile görevlendirildiklerini düşünerek hareket ediyorlar. Bu davranış biçiminin son derece dejenere edilmiş ve kokuşmuş bir dini telakkiden kaynaklanması çok dikkat çekicidir. Amerikalılar kendilerinin seçilmiş bir toplum olduğunu düşünüyorlar ve bu anlayış onları, diğer toplumların acılarına ve hallerine karşı duyarsız kılıyor. Saldırı harekâtının ilk onbeş gününde uğradıkları başarısızlıklara karşı verdikleri tepkiler, aslında Amerikalıların kendi hallerini de bütün boyutlarıyla kavramakta vahim sıkıntılar çektiklerine işarettir.

Bakış açılarında ne kadar hatalı olduklarını gösteren en büyük delil, harekâtın başlamasıyla birlikte bütün dünya kamuoyunun ABD'nin aleyhine dönmüş olmasıdır. Diktatörlükle yönetilmeyen hemen her ülkede Amerikan aleyhtarı gösteriler ve resmi kınama mesajları birbirini takib ediyor. Körfeze adım atar atmaz en azından Iraklı Şiileri yanında bulacağını öngören beklentiler hüsranla sonuçlandı. Savaş öncesinde, "Saddam da sütten çıkmış ak kaşık değil doğrusu" diye düşünenlerin sayısı hiç de azımsanamazdı ama bugün Saddam'ı eleştirenler bile, onun kendi halkıyla bütünleşmiş bir mücadele önderi görüntüsüne bakarak kalben ve hissen Irak halkının yanında yer alıyorlar.

Saldırıdan önce dünya medyalarını ustalıkla kullanan Amerikan güçleri, saldırıyla birlikte büyük avantaj olarak gördükleri basın desteğinin bir anda kendi çıkarları aleyhine işlemeye başladığını görerek paniğe kapıldılar. Halbuki öncü silahlı birliklerin refakatine verilen sivil basın mensupları gerçeği, Amerikalı'ların, savaştan önce bambaşka hülyalar içinde yüzdüğünü gösteriyordu; bu hesaba göre bu savaş muhabirleri, müttefik tanklarını çiçekler karşılayan, askeri araçların tamponlarına binerek cadde ve sokaklarda sevinç turları atan Iraklıların sempatik desteğini dünya kamuoyuna aktaracaklardı. Ne var ki bu gazeteciler sadece savaşın kirli ve korkunç yüzünü görüntüleyerek hiç de hesapta olmayan bir tesir uyandırdılar. Amerika, neredeyse kendi kamuoyu desteğini bile kaybetmek üzeredir ve nitekim savaşı tarafsız bir nazarla aksettiren televizyon haber ve görüntülerinin Amerikan basınında sıkı bir sansüre tabi tutulması hadisesi bu gerçeği doğruluyor.

Harekâttan önce herkeste bir kanaat vardı ve bu kanaat aslında ABD'nin efsânevi gücünü inşâ eden şeyin ta kendisiydi: Amerika dünyanın en yetişkin beşeri kadrolarına sahip bir devletti; beyin fırtınası estiren think tank kuruluşlarıyla, yanılmayan istihbarat servisleriyle, yüzlerce kilometre tepeden bir jipin plakasını bile netleştirebilen uydu gözetleme sistemleriyle, NSA adıyla tanınan ve bütün dünyada elektronik haberleşmeyi izleme ve kaydetme kabiliyetine sahip dinleme servisleriyle ABD, hakikaten bir süper kuvvet olduğu inancını yayıyordu. ABD öyle güçlüydü ki, entelektüel kabiliyeti hayli su götürür bir başkan seçmiş olmalarına rağmen sistemin vaktiyle iyi kurulmuş olmasından dolayı işler aksamadan saat gibi işlemekteydi. Diğer yandan Amerikan askeri gücü, bütün dünya medyalarını bedava kullanmak suretiyle büyük bir propaganda efsanesi haline gelmiş bulunuyordu: Uçak gemileri, akıllı bombaları, görünmeyen uçakları, seyir halindeyken viraj dönebilen füzeleri, yüzlerce metre derinlikten istediği hedefi vuran denizaltıları, yenilmez Abrams tankları ve Hummer jeepleriyle bu, yenilmez bir silahlı güçtü; hele tam teçhizatını kuşandığı zaman filmlerdeki robot savaşçılarını andıran Amerikan deniz piyadeleri, bu müthiş silah ve makina parkını kullanan yenilmez savaşçılar gibi takdim ediliyordu. Saldırının ilk onbeş gününde, özellikle azgelişmiş ve zayıf ülkelerde büyük hayranlık ve caydırıcılık tesiri uyandıran bu silah gücünün pekâlâ "yenilebilir" veya geriletilebilir olduğu kanaati yaygınlaştı ki bu intiba, ABD'nin askeri bir mağlubiyet almasından daha önemli sonuçlar doğurabilir. Buna paralel olarak Amerikan hükümetinin savaşı yönetmekte gösterdiği kısagörüşlülük büyük bir karizma kaybına yol açtı. Kısaca Amerika, bir dünya imparatorluğu kurmak şansını bu saldırıda kaybetti. Bu noktadan sonra Irak'ı son savunma mevziine kadar işgal etmiş olsa bile bu bir "Phyrrus Zaferi" olmaktan ileriye geçemeyecektir.

İştah açıcı bır kıtap

"Fizikle metafizik arasında ne kadar mesafe vardır?" sorusuna, konunun uzmanları "ne mesafesi?" sualiyle cevap veriyorlar. Fizik maddenin davranışlarını inceliyor, metafizik ise adı üstünde "fizik ötesi", yani madde ile ilgisi olmayan ve fenne konu teşkil etmeyen hadiselerle ilgileniyor. Bu yarım yamalak tarife göre iki disiplin arasında dağlar kadar fark olması gerekir. Ne var ki yaklaşım, Aydınlanma Çağı'nın sona erdiği XIX. yüzyıldan beri kimse tarafından ciddiye alınmıyor. Madde o kadar gerçeküstü bir yapı sergiliyor ki, maddenin bünyesindeki derin uzay boşluklarından hareketle metafizik tasvirler yapabilmek mümkün olabilmekte. Ülkemizde hâlâ "Pozitivizm" istasyonunda duraklamayı tercih edenler çoğunlukta olduğu için fizik ve özellikle astrofizik sahasındaki yeni gelişmeler kamuoyu ilgisinden uzakta kalıyor.

Şule Yayınları arasında neşredilen ve Taşkın Tuna tarafından kaleme alınan "Son Basamak" isimli eser, kitap okuyucusunun rahatlıkla anlayacağı bir tarz ve dille insanın önüne çok cazip yeni bilgi ufukları açıyor. Soru—cevap tarzında hazırlanan ve anlaşılabilir grafik ve resimlerle desteklenen bu güzel eseri dikkatinize sunarım.

Taşkın Tuna, Son Basamak, Şule Yayınları, İst., 2003, 241 s. E—posta: [email protected]