Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İsrail ordusunun Gazze ve Lübnan'a yönelttiği ölçüsüz derecede şiddetli saldırının zihnimde bıraktığı anlam şu: Anti Semitizm, yani Yahudi aleyhtarlığı, İsrail'i besleyen ana olgulardan başlıcasıdır.

İsrail'in bölgedeki varlığını meşru kılan gerekçe bugüne kadar hep Anti Semitizm oldu; İsrail, -ne garip ve üzerinde layıkınca durulmamış bir gerçektir ki- modern mânâda Avrupalı toplumların bağrında yeşerip büyüyen Yahudi aleyhtarlığı fikrini, siyasi varlık ve aktivitelerine dayanak olarak kullandı; "mazlum"u, mağduru oynadı. Bu mağduriyet rolünü ustalıkla işleyerek dünya finans, basın ve siyaset mahfillerinde tartışılmaz bir ağırlığa dönüştürdü. Batılı vicdânı, hep o II. Dünya Savaşı esnasında uğradığı Yahudi soykırımındaki rolünü hatırlatarak ve suçluluk hâletine girmeye zorlayarak etkisiz hale getirdi. Giriştiği her ölçüsüz -hatta düpedüz "devlet terörü" kapsamına girebilecek- şiddet eylemlerini hep o ilk sebebe bıkıp usanmaksızın atıfta bulunarak haklı göstermeye çabaladı.

Belki vaktiyle mağdurdu ama artık değildir.

İsrail'in bölgedeki varlığını ihmâl ederek ABD'nin Ortadoğu gibi bir belâlı coğrafyada, üstelik Irak'ı düpedüz işgal edip bütünlüğünü parçalayarak tutunmaya çalıştığını anlamak mümkün değildir. Yahudi lobisinin etki gücünün nerede başlayıp nerede bittiğini, hangi Amerikan kurumlarını ne ölçüde kontrol ettiğini değme ABD'li think-tank kuruluşu bile tahlil edemez. Amerikalılar bu sürecin kendisini değil sadece sonucunu algılayabiliyor; bazı ABD'li savaş aleyhtarlarının "bizim Irak'ta ne işimiz var ki?" sualinin derunundaki safdillik, işbu şaşkınlığın samimi ifadesidir.

Dünya siyasetinin reelpolitik kabul ettiği bu durum, yani 21. yüzyılda Filistin coğrafyasında bir İsrail devletinin varlığı, İsrail nokta-i nazarından romantik, hatta "dâsıtânî", biraz bâtınî ama çokça "dinî-teolojik" bir tasavvurun inat ve taassupla savunulduğu bir haldir; bir nevi muhâli zorlamak, suyu yokuşa akıtmak gibi bir şey. İsrail, 1948'den bu yana dileseydi, komşularıyla iyi geçinen ve onların hukukuna saygı gösteren bir devlet olurdu; bunun yerine komşularının zaafından yararlanarak genişlemeyi tercih ettiler.

Bir ibrettir İsrail; onun bu hâlinde siyaset bilimiyle, reel politikle anlaşılamayan bir tuhaflık var: Batı dünyasında dini fanatizm, neredeyse insanlık suçu derecesinde ağır bir tavır sayılırken İsrail kendisini teokratik bir demokrasi (!) gibi göstermeyi başarabiliyor. Temel insan haklarına yönelik ihlâller dışlanmayı gerektiren cürüm addedilirken İsrail uluslararası hukuk kurallarına uymayı takriben yarım asırdan beri kararlılıkla reddedebiliyor. Kendisini ise ancak gerginlik ve çatışma ortamında güvende hissedebiliyor; bu garip anlayış, bilimin itibar ettiği araçlarla anlaşılmaz; ancak Tevrat'ın batınî tefsirleriyle sislenmiş bir kesin inançlılık haliyle mâkul görülebilir.


Mesleğinden istifa eden Kara Harp Okulu Komutanı'nın özel haberleşmesini kimin, daha doğrusu hangi kurumun dinlediği birkaç günden beri tartışılıyor; konu etrafındaki yorumlar, emekli generalin "yerli" kurumlar tarafından dinlendiği varsayımına dayanmakta. Tartışmacıların bilmesi gereken başka teorik gerçekler de var: Radikal Gazetesi'nde Neşe Düzel'in bir öğretim üyesiyle yaptığı röportajın kayıtlarını okumak (www.radikal.com.tr), kimin, kimi nasıl dinleyebildiği konusunda ilginç ipuçları taşıyor. Dünya üzerindeki bütün haberleşme ağlarını kimin kontrol ettiği artık sır olmaktan çıkmışken, meseleyi evirip-çevirip dinci-tarikatçi muhitlere bağlamak ciddiyetle bağdaşır bir yaklaşım değildir.