Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bugünlerde Vişneli Cami"nin bulunduğu yerde hummalı bir gayretle betonarme bir inşaat yükseliyor. Cami horozları meseleye biraz konformist, biraz da "gayret-i diniyye" noktasından bakıyorlar; elbette kötü niyetli değiller ama sanattan, mimarlıktan, tarihten, tarihi dokunun ne demek olduğundan habersizler.

Onunla tam yirmi sene komşuluk ettik; annelerimize benziyordu: Hâricen sıradandı, dikkat çekici bir hususiyeti yoktu ve çok güzel bir ismi vardı; derûnu ise size kalmış bir şey. Adı "Vişneli Cami" idi. Neredeyse bir metre kalınlığında ahşap hatıllı kerpiç duvarların üstüne yükselen çatısıyla basit, iddiasız, küçücük bir mahalle mescidi. Sekiz on metrekarelik daracık avlusunun tam orta yerinde bir vişne ağacı vardı. Cami lakabına aldanmamalı, aslında bir mescid. Ne yazık ki artık mescid ismi, namazgâh gibi unutulmaya başlandı çünkü ibadet yerleriyle ilgili kültür zenginliği garip şekilde tekilleşti. Selâtin camisi ile mahalle mescidine aynı ismi vermek bir fukaralık işareti sayılmalı değil midir?

Evet, şirin, sıcak bir mescitti bizim Vişneli; öyle ki, onun bir sanat eseri olduğuna dair hiçbir emare göremezdiniz; herşeyi sıradandı ama kendisi sıralama üstüydü; güzelliğini detaylarında değil hey"etinin tamamında sergileyen bir duruşu vardı. Birbuçuk asır yaşlarındaydı; yıllar önce esaslı bir tamir görmüştü.

O kadar güzeldi ki, adını evvela bulunduğu sokağa verdiler, sonra da oturduğumuz apartmanın adını Vişneli koyduk.

Eskiler derdi ki, "Güzel kız almayın; çünkü başınız belâdan kurtulmaz". Vişneli Cami de ne çektiyse o iddiasız güzelliğinden çekti. Yıllardan beri "cami horozları", "yıksak da yeniden yapsak" diye homurdanıp duruyorlardı zaten. Birkaç defa harekete geçecek oldulardı da devrin Vakıflar Bölge Müdürü, "tarihi eserdir, tescili var" diye caydırmıştı. Ne tescili vardı ne de tarihi eserdi ama Vakıflar bölge müdürü o mahalleliydi ve mescidi o haliyle seven birkaç cins adamdan biriydi.

Halbuki bizim cami horozları, çoğunlukla emekli olmanın getirdiği can sıkıntısıyla gönülleri tâdilat veya tâmirat çektiğinde kolları sıvıyor, "böceklendi" gerekçesiyle avludaki vişne ağacını kesip yerine fidan dikiyor, helâları, abdest musluklarını tazeliyor, siz bilemediniz iki sene geçmeden heryeri yeşilin türlü fraksiyonlarına boyuyor, çatıyı aktarıyor, hâsılı her sene oyalanacak bir şey mutlaka icad ediyorlardı. Onbeş sene kadar önce kafayı, "bu caminin niçin minaresi yok?" meselesine taktılar. Gerçekten de minare yoktu; çatıya dikilen üç-beş metrelik bir direğin ucundaki hoparlör o işi görüyordu zaten ama bu durum bizim cami horozlarının içini bir kurt gibi kemiriyordu. Neticede bir "hayırsever" çıkıp, "bütün masrafı bana, yalnız minarenin kapısına kendi kitâbemi yazdırırım, ona göre" deyince zaten daracık avlunun dört metrekaresi daha feda edilerek mescidin boyunu iki kere tecavüz eden kirli sarı renkte hafif taştan bir minare inşa edildi ve kapısına hayırsever vatandaşın kendi kaleminden çıkma dört satırlık manzume kazındı. Ben o minareye bir müezzinin çıktığını hiç görmedim. Direğin ucundaki hoparlörleri şerefeye koyup etrafını ampullerle süslediler, o kadar.

Hoş, hangi minareye müezzin çıkıyor ki zaten, minarelerimiz pahalı birer gösteriş kulesinden ibaret kaldı.

Eskiden mahalle mescidlerinin çoğunda minare yoktu; onun yerine ya dış duvarın içi oyularak birkaç metrelik ahşaptan bir müezzin mahfili konulur veya çatıya aynı yüksekliği geçmeyen yine ahşaptan şirin bir minare minyatürü ilave edilirdi. Bizim cami horozları taifesinin başlıca meselesi, ne yapıp edip mescidin bir yerine kallavi bir minare kondurmaktı. "Niçin hacıamca, mescidimiz böyle çok daha güzel" diye itiraz edildiğinde, "Müslüman mahallesi olduğu belli olsun; siz anlamazsınız bu işlerden" diyorlardı; halbuki şehrin gayrımüslim nüfusu çekip gideli, nerdeyse bir asır oluyordu.

Bir başka mahallede, boyu yedi-sekiz metre civarında sağlam taştan kadim bir minaresi olan bir başka mescid daha vardı; o tarihlerde cami horozları yine bir hayırsever sponsor bulup, "güdük" gördükleri cânım minareye allem-kallem yerle bir edip yerine kirli sarı Kayseri taşından uzuun bir minare kondurdular da içleri rahat etti.

Sözün nereye geleceğini tahmin ettiniz: Bir ay kadar önce "Vişneli"nin yerinde yeller estiğini görünce içim yandı. Cami horozları bir kere daha kazanmışlardı ve onları durdurabilmek mümkün değildi; çünkü "din-i mübîn-i İslâm" aşkına hareket ediyorlardı. Yine "allem-kallem" metoduyla işe koyulmuşlar, mescidin tarihi eser kütüğünde sicili bulunmadığını anlayınca yeni vakıflar müdürünü kolayca ikna edip besmeleyle kazmayı indirmişlerdi. Yeni cami eskisinden yüksek olacaktı bir kere, alt katını Kur"an kursu, üstünü mescid yapacaklardı. Yine bir hayırsever bulup masrafları üstlenmesini sağlamışlardı. Aslına bakarsanız "cami inşaatı" denilince hamiyete gelen asla eksik olmuyordu. Duyduğuma göre kimileri çıkıp "çimentosu benden, kalıplarını ben göndereyim, kerestesini vereyim" demişlerse de "hayır" cevabını vermişti asıl hayır sahibi; "Bu hayır bana ait; siz gidin başka bir yerde hayrınızı yapın!"

Bugünlerde Vişneli Cami"nin bulunduğu yerde hummalı bir gayretle betonarme bir inşaat yükseliyor. Cami horozları meseleye biraz konformist, biraz da "gayret-i diniyye" noktasından bakıyorlar; elbette kötü niyetli değiller ama sanattan, mimarlıktan, tarihten, tarihi dokunun ne demek olduğundan, o küçük ve şirin mescidlerin vaktiyle hangi rolü yerine getirdiğinden, hele hele Rumeli coğrafyasında İslâm"ı nasıl sevdirdiğinden habersizler. Onların gözünde beton sağlamlığın ve dayanıklılığın, yüksek ve geniş binalar ise görkem ve şatafatın sembolü. Ne var ki bir daha asla geri gelmemesine yıkıp mahvettikleri mimarlık ürünleri, olanca sade ve iddiasız görüntüsüne rağmen Anadolu"daki İslâm varlığının en mânidar eserlerini temsil ediyor.

Onları kimse durduramıyor; kafalarına taktıkları şeyi mutlaka yapıyorlar. Camilerimizi Mısır matbaalarında basıldıktan sonra mürekkebinin üstüne pırıltılı tozlar serpilmiş, son derece değersiz ve çirkin levhalarla, "kitch" denmeye bile lâyık olmayan plastik şamdanlarla ve avizelerle süslüyor; el dokuması kilim ve halıları çürümeye terkederek makina işi şahsiyetsiz petrol ürünü sergilerle döşemeyi tercih ediyorlar. Vaktiyle arsa değerine tamah edip evlerini müteahhide satarak apartman dairelerine terfi ettikleri gibi şimdi de mescidlerimizin canına okuyorlar.

Ahşaptan, kerpiçten, kireçten, oluklu kiremitten, iki tutam yeşillikten niçin nefret ediyorlar? Şüphesiz bilerek yapmıyorlar ama pek fena yapıyorlar biz okumuş-yazmışlara nisbetle çevreyi, mimarlığı daha çok biçimlendirebiliyorlar; çünkü onların zihninde geçmişle bugünü, bugünle yarını ahenkle birbirine raptedecek cihazlar bulunmuyor.

Vişneli Cami"nin hikâyesi böyle; yüzlerce benzerinden sadece bir tanesi.