Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Annem sandığını nâdiren açardı.

Gardırobu, dolabı, fazlaca girdisi-çıktısı, müştemilâtı olmayan kira evlerinde çeyiz günlerinden kalma sandık, beş çocuklu bir aile kalabalığı içinde kadının yegâne mahrem alanıydı ve belki de o yüzden hep kilitli dururdu. Masif cevizden mâmul, benzerlerine şimdi antikacılarda rastladığımız sıradan bir sandık. Gizli kapaklı şeyler çocuk muhayyilesinin ilgisini çeker; o yüzden annem ne zaman sandığını açıp içinden bohçalarını çıkaracak olsa yanı başında bitiverirdim.

İşte böyle nâdirattan bir gün olmalı, annem sandığını açtı. İçinde elbiselerinin, çamaşırlarının, ‘yabanlık’ diye tabir edilen utanılacak yerlere giyilecek kazak eşarp gibi eşyalarını itina ile katlayıp sıkı sıkıya yerleştirdiği kenarları kanaviçeli bohçalarını benim de yardımımla sandıktan çıkardı. Ben en dipte duran mukavva fotoğraf kutularını merak ediyordum asıl. Bu kutuların içinde aile fotoğraflarımız, babamdan kalma kalem, gözlük, dolmakalem, çakı gibi şahsi eşyalar, mektuplar vardı. Annemin izni olmadan değil dokunmak, uzaktan bile göremezdik içindekileri.

Annem kutuları da çıkardı ve sandığın tabanına serdiği beyaz ambalaj kâğıdını da kaldırdıktan sonra en alta, sanki bizden bile gizlemek ihtiyacıyla sakladığı eski tarihli gazeteleri çıkardı.

Bu gazeteler, Adnan Menderes’in asılarak idam edilmesinden bir gün sonrasına aitti. 18 Eylül 1961 tarihini taşıyordu. “Nedir onlar, ver ben de göreyim” ısrarlarıma dayanamadı. İlkokulun ilk sınıfındaydım, okumayı öğrenmiştim. Okudum. İdam edilen birine, güzel bir adama dairdi.

Annem ağlıyordu.

Daha sonraları zaman zaman bu sahne, bu bir nevi ağlama ayini evimizde tekrar edilmiştir; sandığın her açılışında, sanki bir suç unsuru, bir cinayet aletiymiş gibi sandığın en dibinde saklanan gazeteler, ailemizin bir yıl içinde uğradığı iki trajik hadiseyi annemin gözyaşlarında birleştirecekti.

Nice sonraları öğrendiğime göre 27 Mayıs darbesinden kırk gün önce nisan ayı başlarında vefat eden babam bir Demirkırat, ama özellikle Menderes hayranı imiş. Annem, “Eğer 27 Mayıs’ı görseydi bu defa mutlaka kahrından ölürdü; belki böylesi daha iyi oldu.” derdi hep. Böylece babamla Menderes, aile acılarının iç içe geçtiği, birbirini tetiklediği iki isim ve acı birer hâtıra hâlinde hafızama yerleşip kaldılar.

Gençlik yıllarımda öğrenci hareketleri içinde taraf olmaya başladığımda annem, beni kenara çekip “Babanın vasiyeti var; siyasete bulaşmayacaksın. Aman ha!” diye öğütler verirdi. Bu öğütlerin karşılığı bende, benim kuşağımda yoktu. Biz siyaset deyince bir partinin neferi, mensubu olmayı anlıyorduk; yaptığımız şey ise siyasetten başka bir şeydi; memleketi bir kere daha düşmanlara, daha doğrusu komünistlere karşı savunmaktı. Bu mânâda annem için iyi bir evlât olamadım. 1970’li yılların Ankara’sında, günler ve haftalarca tek erkek evlâdının akıbetinden endişe eden dul bir annenin neler hissedebileceğini, bugün ancak anlayabiliyor ve üzülüyorum.

Kendi vehmimiz ve anlayışımıza göre gündelik siyasetle uğraşmıyor, particilikten uzak duruyorduk ama seçim arifelerinde işi-gücü terk edip nazımızın, hatırımızın, sözümüzün geçtiği herkese belli bir partiye oy vermesi için ricada, askıntıda, telkinde, hatta yalvarışlarda bulunuyor, köy, kahve, miting toplantılarına bile gidiyorduk.

Yine bir seçim öncesi annem dedi ki:

-Sizin şu adamınız var ya; işte o Menderes’i devirenlerden birisi değil miydi?

Hemen ona anlatmaya başlıyordum: Evet, bahsettiği kişi Menderes’i devirenler arasındaydı, içlerinde en iyisi, en merhametlisiydi; hatta uzak bir ülkeye sürgüne gönderildiği günlerde Millî Birlik Komitesi’nin reisi ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e “Yapmayın, etmeyin, yaptığınız yanlıştır” diye mektup bile yazmıştı. Mektubun fotokopisi ise filan kitabın filan sayfasında yayınlanmıştı.

-“Bak işte bu mektup” diyordum anneme, “Bu tarihî bir belgedir.”

Annem inanmış gibi görünüyordu; hatta benim arzumu kırmamak için o partiye oy bile veriyordu ama “Yine de gözüm tutmuyor bu adamı, hatırın için oy verdim; baban sağ olsaydı...” demekten de kendini alamıyordu.

Yaşı otuzun altındakiler bilemez; vaktiyle 27 Mayıs günleri okullar ve resmî daireler tatil olurdu. Çünkü o gün kanunla “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak ilan edilmişti. Okullarda da kapanmaya bir hafta kala öğretmenimiz bu bayramın anlam ve önemini belirtmek için derslerden birini 27 Mayıs’a ayırırdı; ayırmak zorundaydı. Bu derslerden aklımda kalan bir cümle:

-Meşruluğunu kaybetmiş zalim bir iktidara karşı direnme hakkını kullanan Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk milleti...

Çok sonraları aynı ifadeyi 1961 Anayasası’nın başlangıç kısmında da görmüş ve yadırgamamıştım; 60’lı yıllar boyunca 27 Mayıs hakkındaki kanaatim bu yöndeydi. Okulda Menderes’in kötü ve zalim bir adam olduğu, o yüzden cezayı hak ettiği söyleniyordu; buna mukabil annem, niçin onun fotoğraflarına bakıp ağlıyordu ki?

...

70’li yıllardan itibaren 27 Mayıs’ın kanun zoruyla ayakta tutulan itibarı hızla ufalandı, yerlere döküldü. Canlı şahitler birer birer konuşmaya başladılar. Nazlı Ilıcak’ın “27 Mayıs Yargılanıyor” adlı eseri, benzeri edebiyatın ilk önemli kitabıydı ve büyük tesir yapmıştı ama bir politik imaj olarak 27 Mayıs’ın en büyük törpüleyicisi, yine bizzat 27 Mayısçılardı. Darbeci subaylar 1961 Anayasası’na koydurdukları özel bir maddeyle “kayd-ı hayat şartıyla” yani ölene kadar Cumhuriyet senatosunun tabii üyesi ilan etmişlerdi kendilerini.

Bugün onlardan yaşayan var mıdır bilmem; yaşayan varsa yaptıklarından öğünüp öğünmediklerini de merak ederim. Merak ederim, çünkü genç Türk demokrasisinin köküne daha taze bir fidan iken balta indirmenin şerefi (!) onlara aittir; kezâ, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni siyasetin tâ içine çekerek ordunun itibarını düşürmek gibi bir başka vebâlleri daha vardır. 27 Mayıs, kendinden sonra gelen bütün cuntaların, darbelerin ve parlamento aleyhtarlığının ebesi oldu. Orduyu rejim üzerinde vasi tayin ederek nice nice modern ve postmodern darbelere yol açtı; orduyu asli görev ve fonksiyonundan uzaklaştırarak bir siyasi parti görünümüne soktu. Bir ordunun partiye benzemesi, ne kadar kötü, ne kadar itici bir ihtimâldir!

27 Mayıs Darbesi kötü bir gelenektir; savunulacak hiçbir tarafı yoktur.

Demokrat Parti (DP) iktidarının yanlışları, yine demokratik rejim içinde düzeltilebilir, yapılan haksızlıkların hesabı sorulabilirdi. 27 Mayıs, sadece DP iktidarını hedef alarak bir yanlış yapmakla kalmadı, demokratik gelenekleri de ağır hasara uğrattı. Bu yüzden bugün ülkemizde cuntacılıkla, darbeyle, gayrı kanuni yollarla iktidara gelmek isteyenlerin başlıca ilham kaynağı 27 Mayıs darbesi olmuştur.

Menderes ve arkadaşlarına parlamento, 11 Nisan 1990 tarihinde 3623 sayılı kanunla itibarlarını iade etti ama millî vicdan, oy kullanma fırsatı her genel seçimde Adnan Menderes ve arkadaşlarının izlediği siyasi çizgiyi desteklemek suretiyle bu itibarı hiç yere düşürmediğini zaten göstermişti. Bu meş’um darbenin 50. yıldönümünü yaşadığımız bu günlerde atılması gereken en önemli adım, yine parlamentonun bir Meclis kararıyla 27 Mayıs’ta yapılan şeyin “Milletin hukukuna karşı bir darbe” olduğunu tespit ve tescil etmektir diye düşünüyorum.

Bu siyasi mevtânın mezar taşına şöyle yazmalıyız: 27 Mayıs 1960 günü cuntacı bir grup subay, milletin hukukuna ve demokrasiye karşı ağır bir cürüm işleyerek darbe yapmışlardır. Millet onları asla affetmeyecektir.”