Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Sosyoloji ile uğraşanlar, sosyolojiyi alt kategorilere ayırarak yeni uzmanlık alanları yaratmaya bayılıyorlar;

belki de böylece sosyolojinin hemen herşeyi kapladığını düşünerek mutlu oluyorlardır; itirazım yok, belki de gerçekten gereklidir ama bu gayretin neticede özel grupları, toplum yerine ikame edecek derecede abartılması da mümkündür.

Geçenlerde tasnif meraklısı sosyologlara hak vermeme yol açan ve benim için tamamen yeni bir "dikkat"le tanıştım. Büyük alışveriş merkezlerine daha önce de uğramışlığım var fakat kendimi süpermarketlerle bakkalların mücadelesinde fıtraten bakkalların yanında hissettiğim için bu tip dev alışveriş merkezlerini sevdiğimi söyleyemem. Birkaç gün önce şehirde yeni bir alışveriş merkezi açılmıştı ve hergün en az iki kere önünden geçmek zorunda kaldığım bu binayı tâ inşaat günlerinden beri görüyordum; açılışından üç gün sonra sırf saik—i merak ile uğradım. Otoparkı hıncahınç dolu olduğu gibi çevresinde de park edecek yer bulmak neredeyse imkânsızdı; öyle büyük bir tehâcüm! Sonra o âşinâ unsurlar: Fotosel sistemiyle çalışan sessiz ve nâzik kapılar, hemen girişte emânetlerinizi güvenle saklayabilmeniz için yapılmış kilitli küçük kutular, bu tip yerlere mahsus parfüm, naftalin, kuruyemiş ve taze sebze kokularını karıştırarak deverân ettiren bir havalandırma rüzgârı; görünmez hoparlörden yayılan ve kalabalık saatlerde pop, daha tenha ve âsûde zamanlarda "show" âhenginde tıngırdayıp duran bir süpermarket müziği; ilk görünüşte son derece kibar ama her an kabalaşmaya âmâde olduğunu hissettiren özel güvenlik görevlileri, bir örnek giyinmiş cicili—bicili kasiyer kızlar, tezgâhtarlar; tavanlara kadar uzanan raflarda, çâresizlikle her zevke hitab etmeğe çalışan binlerce farklı tüketim metâı. Yerler pırıl pırıl cilâlı, bankolar tertemiz. Barkotlu etiketler, hassas teraziler, akıllı yazar kasalar, güvenlik kameraları, "bir an önce beni doldurun" der gibi içiçe geçirilmiş tekerlekli sepetler. Alışveriş yapmaya istekli olanlara profesyonel hizmet vermek için yüzünde öğretilmiş tebessüm maskesiyle gezinen ama içeriyi şöyle bir kolaçan etmek arzusuyla kapıdan sızmağa kalkışan ebeveynsiz ve "kötü kılıklı, serseri tipli" çocukları ânında farkederek safdışı bırakan görevliler.

İçimden "e, artık bir 'süpermarket sosyolojisi' yavrubilim dalı açmanın zamanı gelmiştir" diye geçmedi desem yalan olur; kimbilir belki çoktan böyle bir "yavrubilim dalı" ihdâs edilmiştir de, üzerine nice nice kalın tezler bile yazılmıştır. Mesele bu değil; devâsâ mağazayı gezerken birdenbire market çatısı altındaki iki grup insanın, yani alıcılarla satıcıların iki ayrı grup halinde birbirlerine benzediklerini farkettim ve rastladığım ilk aynanın önünde o kalabalıktan biri olup olmadığımı kontrol ettim. Netice benim açımdan menfi idi; ben de onlardan biriydim ve o çatı altında onlar gibi davranıyordum.

Bir "süpermarket mistisizmi"nden söz edilebilir mi?

Bu gözlemim çoğunuza pek çocukça, hatta gecikmiş gibi görünebilir ama benim için çok şaşırtıcı olduğunu itiraf etmeliyim; içerdeki bütün müşterilerin sanki kalıptan çıkmışçasına birbirine benzer edalarla yürümeleri, konuşmaları, davranmaları, satılık şeyleri aynı tarzda incelemeleri ve hatta aynı tarzda giyinmiş olmaları garipti ve can sıkıcıydı. Süpermarket, şehir hayatının modern icaplarından birisi gibi görünmesine rağmen içinde yer aldığı mahalden kopuk ve adeta kendi evrenselliğini dayatır bir küstah üslûp içinde kendi dünyasını kuruyor. Orada mahalli renklere, farklılıklara yer yok. Galiba globalleşme dediğimiz vâkıâ, dünyanın ücrâ köşelerinde kendini ilkin süpermarket mâbedleriyle inşâ ediyor.

Bu noktada cevap vermek gereken bir sual var: Bir "Süpermarket mistisizmi"nden söz edilebilir mi? Tüketim kültürü veya alışkanlıkları dediğimiz şey, dünya çapında müşterek özellikler gösteren bir standart davranışlar dizisi halini almakta mıdır? Aynada gördüğüm şeyin anlamı buydu belki de; o halimle bir başka yerde ve iklimde kendim gibi kalabildiğim halde, orta halli bir süpermarketin binbir itina ile inşâ olunmuş "aura"sında kendim gibi görünemiyordum ve kendim gibi kalamadığımı farketmem, beni mânen tâciz etmişti. Süpermarketteki bütün aslî unsurlar, pek kaba bir evrensellik iddiası içindeydi; fiyat etiketleri, ürün niteliklerinin yazılı olduğu çok dilde tertib edilmiş ilaç prospektüsünü andıran muhteviyat reçeteleri, sağlık kurallarına uygun tarzda hazırlanmış ambalajlar, ürünlerin kendi aralarında gruplandıkları standlar, optik barkod okuyucuları, kasiyer kızın her dilde aynı anlamı verecek sathi ve jelatinimsi tebessümü, kasaya uzatılan plastik kredi kartları, kartın geçerli olup olmadığını gösteren elektronik banka raporu (arınmışlık; beraat), raporun olumsuz çıkması halinde gerginleşiveren alıcı—satıcı ilişkileri (seyyiat) ve belki de hepsinden daha ziyade beni sarsan manzara: Bir insan, önünde tekerlekli bir sepet araba, insanın gözleri sağında ve solunda uzanan raflardan bir an bile ayrılmıyor; ürünler, etiketler, markalar üstünkörü bir dikkatle taranıyor, satın alınmak istenen ürün raftan alınarak sağa sola çevriliyor, muayene ediliyor, alelacele bir karar verilip yola devam ediliyor. Bir başka ürün, bir başka etiket ve belki daha önemlisi aynı ürünle karşılanması öngörülen birbirine benzetilmiş ihtiyaçlar. Süpermarket mâbedlerinde, market ürünleriyle aynı özellikler gösteren metâların dolaşımına izin verilmez (şirk tehlikesi!) Bu gibi şirk unsurlarını, marketin hemen girişinde yer alan "itiraf hücreleri"ne, yani emanet dolaplarından birine kilitlemeniz gerekir; aksi takdirde hırsızlıkla itham edilebilir, sevimsiz sorgu—sual ameliyelerine tâbi tutulabilirsiniz ve "büyük ağabey" sizi yüce marketin derûnunda gizli kameralarla, endam aynalarının ardında ve en nihayet müşteri kılığıyla kalabalığa karışmış özel güvenlik güçlerinin çıplak nazarlarıyla gözlemektedir. İskandinav ülkelerinden Güneydoğu Asya'ya kadar her süpermarkette aynı kokular, intibâlar, suratlar ve davranışlarla karşılaşmak mümkün.

Sosyologlar harekete geçmişken psikologların boş durduğunu zannetmiyorum; herhalde büyük mağaza zincirine sahip holdingler, müşteri davranışlarını, tepkilerini ve beklentilerini önceden kestirmek için kimbilir ne kadar çok gözlem, ne kadar anket yaptırmış ve kimbilir kaç klasör dolusu "ilmî rapor" tüketmişlerdir. Bir süpermarkete girerek, boş tekerlekli sepetlerden birinin kulpuna yapışan bir insan, ustalıkla kurgulanmış bir labirentin içine bırakılmış bir fare gibi, refleksleri ve davranışları inceden hesaplanmış bir tüketim aktörüdür; süpermarketin kutsal ikliminde artık kendisi gibi kalamaz; süpermarkete girmeden önce inancı, kültürü, sınıfı ve hatta maddî durumu birbirine benzemeyen tüketiciler, süpermarket derûnunda aynı takımı tutan fanatik futbol seyircileri gibi aynîleşir ve ortak özelliklere doğru "yuvarlanırlar". Kasaların yer aldığı berzahtan yüz akı ile çıkanlar, kapıda bıraktıkları şahsiyetleri ile biraz mahcup bir edâ ile merhabalaşır ve yollarına devam ederler. Mutludurlar; kutsanmışlardır; yaygın tüketim kültürünün sâdık bir müridi olarak aylık vazifelerini yüz akıyla tamamlamış onurlanmışlardır; üstelik sistem, sevaplarını (yani plastik parayla satın aldıkları öte—beriyi) mâbed girşinden özel otomobile kadar taşıyabilmeleri için tekerlekli sepet arabalardan birini kullanmanıza bile izin vermiştir. Siz artık ihtiyaçlarını köhne mahalle bakkallarından, izbe toptancı ambarlarından, kağşamış arasta gediklerinden değil, evrensel bir dil konuşan kutsanmış süpermarket mâbedlerinden temin eden muteber bir şahsiyet haline gelmiş bulunmaktasınızdır.

"Kaybeden sınıf"ın trajik ve mânâsız direnişi

Trajik tesâdüf diye ben buna derim: O süpermarketin büyük bir huşû ve coşku ile açılış törenlerinin yapıldığı gün ve saatte, şehrin bir başka yerinde, şehrin küçük esnaflarının teşkil ettiği birlik ise "Ahilik Haftası" kutlamaları yapıyor, esnaf odasının ekâbir takımı her sene tekrarladıkları halde anlamını katiyyen kavrayamadıkları içi boşalmış sözlerle "küçük esnaf değerleri"ni yüceltmeye, lonca ahlâkını övmeye çalışıyorlar ve hattâ ne kadar acıklı olduğunu henüz kestiremedikleri bir gösteriyi sahneye koyarak "peştemal kuşanma töreni" icrâ ediyorlardı. Onlar tarihin akışında "kaybeden sınıf"tı; yeni dünya düzeninde yerleri yoktu. Üretim ve tüketimin devlet tarafından sıkı sıkıya denetlendiği, küçük esnaflık ve imâlâtın ancak ihtiyaçlar nisbetinde izne tâbi tutulduğu ve henüz endüstriyel üretim fikrinin ufuklarda görünmediği eski zamanların üretim ve tüketim ideolojisini çocukça bir sâfiyetle savunurken ne kadar câhil ve mâsumdur. Her yıl yaptıkları mûtad konuşmalarda küçük esnaflığın giderek ölmekte olduğundan, işlerin yavanlığından, "aksâtâ"nın cılızlığından ve ortaklıkta "bet—bereket"in kalmadığından sızlanıp dururken, çâreyi yine devletten bekleyecek kadar da çâresizdirler. Kimbilir belki de o küçük esnaf birliğinin törenlerine katılan pek çok seyirci, esnaf ve hatta birlik yöneticileri bile merasim bittikten sonra alelacele yeni süpermarketin açılış törenine seğirtmişler, belki de akşam saatlerinde el—ayak çekildikten sonra hanımlarını ve çocuklarını da alarak marketi eni—konu gezmeyi, hatta market derûnundaki "cafe"de birer cappucino höpürdetmeyi hesaplamışlardı.

Yaşasın küçük esnaflık, kahrolsun globalizm

Ve ben, süpermarketin, ardında güvenlik kamerası gizli olduğunu sonradan tahmin ettiğim endâm aynasında kendi hâline bakarak, "senin aslında burada olmamam gerekirdi; sen buralara ait değilsin" diye kendini ayıplayan adam, asıl yerinin ışıltılı, lüks ve hepsi de "alçakça" birbirine benzeyen modernite mâbedlerinden ziyade köhne mahalle bakkalları, ücrâ toptancı ambarları ve herbiriyle farklı derecelerde özel ahbablık münasebetleri kurmak zorunda olduğum küçük esnaf ve imâlatçılar olduğunu bir kere daha anlamış bulunuyordum. Belki biraz daha pahalı, belki biraz daha yorucu, belki biraz daha yıpratıcı ama şüphesiz çok daha insânî bir tercih bu. Eğer hayatı ambalajlamak gerekirse onu ben yapmalıyım diye düşünen bir adamın —hiç şüphesiz modern icaplara göre "gerici" nitelik taşıyan tercihi.

Yaşasın küçük esnaflık; kahrolsun globalizm!