Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Altmışlı yıllarda necib Türk matbuatının mühimce bir kısmı, din adamı karikatürlerini, cübbe giymiş bir orangutan şeklinde tasvir ederdi: Başta sarık, belde kuşak, bacakta şalvar, ayakta takunya, elde abartılı derecede iri bir tesbih. Bakışlar irin dolu.

Aynı karakterin, özellikle "Vurun Kahpeye" filmiyle Türk sinemasında da bir karakter kalıbı (casting) inşa ettiğini hatırlarsınız; bu tipleme öyle yaygınlaşmıştı ki, Türkiye'yi sadece gazeteden ve sinemadan tanıyanlar, bütün din adamlarının cahil, ırz düşkünü, sahtekâr ve pis olduklarını düşünebilirlerdi.

Bu, mesleğini kötüye kullanan din adamlarına değil, din adamlarına bile değil, doğrudan "din"e yönelmiş bir istihza ve sahte imaj kampanyasıydı. En azından Türkiye'yi -Müslüman menşeli oldukları halde- basından tanıyan bir kısım zevat için bu imajın hâlâ hakikat zannedildiğini unutmayalım. Halbuki çirkin karikatürlerle saldırıya uğrayan tipler, aslında devlet memurlarıydı ve Diyanet'e bağlı birer kamu ajanı idiler. Türkiye'de hiçbir kamu görevlisi, herhalde din hizmetleri kaleminden maaş alanlar kadar aşağılanmaya uğramamıştır.

Din denilince birilerinin aklına hep menfî ve menfûr şeyler gelmesi, laiklikten bahsederken de her Müslüman'ı ilk fırsatta din devleti kurmaya âmâde bir radikal militan zannetmeleri böyle haksız bir imaj çalışmasının eseridir. Kötü örnekler elbette vardı ama her meslek erbabında rastlanan nisbette. Dinin ve din adamlarının bu derece aşağılandığı iki tarihi dönem hatırlıyorum: Fransız ihtilâlinin Jakoben terör günleri ve Sovyet ihtilâlcilerinin, burjuva kültürü kapsamında dini hayatı ortadan kaldırma gayretleri.

Bu şartlanma bazı kesimlerinde o kadar kireçlenmiştir ki mâkul, iyi giyimli, kültürlü, terbiyeli, nazik birinin dinle ilişiği olabileceği ilk ihtimâller arasında zihnen pek kabul görmez; bu imajın pekişmesinde kaliteli din adamı yetiştirecek eğitim kurumlarının yıllarca kapalı tutulmasının payı ihmâl edilmemelidir. Din görevlilerinin "Hudâ-yı nâbit" gibi kendi kendine yetişmesi beklenen yıllardır bunlar; o mühim eğitimsizlik parantezi süresince dinin illâ ki devleti ve kamu düzenini tehdit eden bir öcü, bir insanlık suçu, insanların henüz iki ayak üstünde yürüyemediği devirlerden kalan iptidai bir saplantı olarak tasvir edilmesi çalışmaları bu paranteze denk geliyor. Din eğitiminin resmen yeniden başlatılması ve bir anda bütün yurda yayılıvermesindeki üslûp sakâletini ise ihmâl etmiyoruz; dini hayatın kıskaca alınmasındaki tefritin kışkırttığı bir ifrattır bu. 28 Şubat kararlarından sonra din eğitimi bir başka ifrat uygulaması ile daraltıldı ve böylece din eğitimi meselesi, Kur'an kurslarının teşkil ettiği özel parantezde yeniden bir tartışma mevzuu yapıldı.

Kuruluşundan bu yana seksen küsur yıl geçmesine rağmen devletin, dine bakışını "tabiileştirememesi" çok dikkat çekicidir; bu meselede her defasında Amerika'yı yeniden keşfe çalışmamız ise, televizyonlarda "sabaha kadar" neviinden tartışmaları besleyen mânâsız bir zaman kaybı. Sözün doğrusu, çağdaşlaşırken bütün sektörlerde Batılı uygulamaları göz önünde tutan reformcularımızın, İslâm dünyasında bir "Kilise" kurumu olmaması yüzünden ezberlerinin fena halde bozulmuş olmasıdır. Batı'da dinle devlet ilişkilerinin rengini ve âhengini düzenleyen birbirinden farklı onlarca uygulama var ve biz bunlardan hangisinin "em"e yarar olduğu hususunda hâlâ kafa karışıklığı içindeyiz. Bu hususta çıkarılan her kanunun ilgili taraflarda güvensizlik hissi uyandırması eşyânın tabiatına uygun değil çünkü vaktiyle üzerinde hayli himmet gösterilmiş bir inşânın eseridir.