Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İşin ta başında çok büyük, çok vahim bir yanlışlık yaptığımız ortada; neredeyse otuz seneden beri ülkemizde önemli kişiler suikasta uğrayıp öldürülüyor ve biz hep aynı şeyleri yapıyoruz,

1 - Evvela öldürülenin kimliğine bakıyor, sempati duyduğumuz biriyse daha çok üzülmemiz gerektiğini, bilakis sevmediğimiz biriyse ucu "eh yani, naapalım olmasaydı iyiydi ama, biraz da haketmişti galiba" cinsinden değerlendirmelerde bulunuyoruz.

2 - Daha cinayeti kimin işlediği bile anlaşılmadan muhtemel kaatilleri tesbit ediyor ve aleyhte saldırıya geçiyoruz ve dikkat: Bu tip değerlendirmeler cinayetlerin asıl amacını oluşturuyor! Yani ülkede bir kanaat kirliliği hâsıl olsun, insanlar "senin kaatilin kötüdür, benimki iyidir" şeklinde birbirine husûmet göstersinler diye plan yapanların istedikleri gerçekleşmiş oluyor. Cinayeti kınamak yerine, cinayet etrafında kamplaşıyoruz.

3 - Cinayetlerin gerçek failleri asla bulunamıyor; arada sırada bulunmuş olsa bile kimse onların gerçek fail olduğuna inanmıyor; böylece, "derin devlet işidir, yabancı servis yapmıştır; failleri bulunamaz" kanaati kökleşiyor.

4 - Ve ne yazık ki ilk üç madde hep olduğu gibi kaldığı ve işlediği için yeni cinayetler işleniyor ve işlenmesine müsait bir zemin bırakılıyor.

Bu son derece tehlikeli bir fasit dairedir ve bu çaresizlik çemberini kırmak, evvelemirde istihbarat örgütlerinin, güvenlik güçlerinin ve hasseten polisin elindedir. Cinayetlerin ideolojik ve politik yönü ve anlamı üzerinde gereğinden fazla duruyor ve belki de abartıyoruz ama meselenin adlî tarafını ihmal ediyoruz. İlk cinayetlerden sonra suçun failleri seri ve net bir şekilde yakalanıp cezalandırılmış olsa, şüphesiz ki ülkemizi derin bir belirsizliğe bulaştıran bu cinayetler serisi bugüne kadar uzamayacaktı. Türkiye'nin üzerine pis bir leke gibi yapışıp kalan faili meçhul dosyalar ayıbı, ne yazık ki cinayetlerin sürüp gitmesine sebep olan birinci etkendir.

Hrant Dink cinayetinin işlenmesinden üç gün sonra yukarda belirttiğim 4 maddelik süreç, aynen ve bütün unsurlarıyla işlemeye başladı. Zanlı çabucak yakalandı ama, tetiği çekenin ele geçmesi bile kamuoyundaki "gerçek fail" beklentisini tatmin etmedi. Basında hemen birilerini suçlayıcı beyanatlar görmeye başladık. İstanbul Emniyet müdürü ise, "meselenin arkasında örgüt yok, milliyetçi duygular var" açıklaması ile belirsizliğin ve karşılıklı suçlamaların artmasına -istemeden de olsa- yardım etmiş oldu. Bu arada geçenlerde Nobel ödülü alan romancı Orhan Pamuk, taziye ziyaretinde bulunduktan sonra kapı önünde, "Ceza Kanunu'ndaki 301'i savunanlar, hâlâ kalmasını isteyenler onun ölümünden sorumludur. Onun hakkında kampanya yapanlar, bu kardeşimizi Türk düşmanı ilan edenler, hedef gösterenler bu ölümden öncelikle onlar sorumludur. Sonra hepimiz sorumluyuz. Hrant Dink, mert, açık sözlü, düşündüğünü saklamayan bir insandı. Ama bu sebeplerden değil devletimizce kabul edilmeyen düşüncelerinden dolayı öldürüldü. Çok üzgünüm. Düşüncelerini kabul edemediğimiz birini öldürdük" şeklinde konuşarak meseleyi, tahmin edilen istikamete doğru yöneltti. Böylece ilginç bir durum ortaya çıktı; buna göre,

-Yurtdışındaki Türk aleyhtarı Ermeni lobisi, yabancı ülke parlamentolarında soykırımın tanınması çabalarına karşı eşi bulunmaz bir destek sağlamış oluyor,

-İçerde ise 301. maddeden yakınanlar, bu vesile ile 301. maddenin kaldırılması için hükümet ve parlamento üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyorlardı ki, her iki halde de Hrant Dink'in öldürülmesinden çıkar sağlama çabaları net şekilde farkedilmektedir.

Yine aynı şey oluyor, yine birbirimizle yaka paça oluyoruz; cinayeti işleyen daha doğrusu işlettirenlerin maksadı da bundan daha fazlası değil; onlar güvensizlik ortamını sürdürmek, kamuoyunun tek noktada tepkisini yoğunlaştırmasını engellemek istiyorlar ve biz her defasında onların istediğini yapar duruma geliyoruz.

Niçin birbirimizi karanlık suratlı kaatillerin destekçisi ilan ediyoruz; niçin cinayetler üzerinden meşruluk aramaya kalkışıyoruz. Bu gaflet, cinayetin kendisi kadar çirkin değil mi?

Belki ta başından beri yapılması gereken şey, faili meçhuller üzerinden birbirimizle didişmek yerine, yürütme fonksiyonunu kullanan hükümetlere ve onun şahsında devlete ısrarlı, etkili şekilde baskı yapmaktı. Bugüne kadar işlenen cinayetlerde emniyet güçlerinin şahsında hükümetlerin "siyasi sorumluluk" sahibi olduğu meselesi üzerinde ciddiyetle durulmadı; bugüne kadar bir emniyet müdürü, bir içişleri bakanı, veya bir hükümet, "biz bu dosyayı açıklığa kavuşturamadık, o yüzden istifa ediyor ve görevi bizden daha ehil bir mercie devretmeyi uygun görüyoruz" demedi, diyemedi. Esasen bu usûl Türkiye'de hiç işletilmedi, o yüzden faili meçhul dosyalar giderek kabarıklaştı ve efsâne haline geldi.

Bu defa öyle olmasın, olmamalı, çünkü faili meçhuller üzerinden köpüren bu kör kavga, siyasi bir toplum olarak medenilik behremizi de gösteriyor. Bu mel'un zinciri ancak devlet kırabilir; bu sisli güvensizlik ortamını ancak devletin ilgili uzuvları, emniyeti, istihbaratı, adli teşkilatı dağıtabilir; ülkemizin normalleşmesi için daha dikkatli ve gayretli mesai gösterilmesi lâzım.

Aksi takdirde kusursuz sorumluluk müessesesinin işletilmesi gerekir; yeter artık! Devletin varlık sebebini sorgulattırmaya hiçbir devlet uzvunun ve kurumunun hakkı yoktur.