Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Yılda birkaç defa bir hafta süreyle bulaşık yıkamak zorunda kalmak, erkek rûhiyeti üzerinde -sanılanın tam aksine- son derece olumlu tesirler yapıyor; bu keşfimi erkek okuyucularımla paylaşmayı vecibe sayıyorum zira insanı, hayat görüşünü değiştirmeye zorlayan önemli bir tecrübe ile karşı karşıya bulunuyoruz.

Her şeyden önce bulaşık yıkamak zorunda kalan her erkeğin başvurduğu ilk tedbir, bulaşığa vesile teşkil eden lüzumsuz kab-kacak kullanımının asgariye indirilmesi ve böylece sıcak su, deterjan, bulaşık teli gibi mesarif kalemlerinden tasarruf cihetine gitmek oluyor. Bütün yemek çeşitleri için tek kap kullanmayı niçin daha önce akıl edemediğimiz şaşırtıcıdır. Özellikle fiyakalı lokantalarda yemekten önce, herbirinin birer düşkün aristokrat torunu olup olmadığını ciddiyetle merak ettiğim çokbilmiş garsonların masaya dizdiği boy boy çatal kaşık ve hatta bıçakların kalabalığı, bende hep tek duygu uyandırmıştır; israf! Bu arada hafif tertip görgüsüzlüğüm ve sofra muaşereti konusundaki bilgisizliğim ortaya çıkacak endişesinin payını da küçümsemiyorum elbette. Yeri gelmişken belirteyim, şehir çocuğu olarak doğup büyümeme rağmen, bütün 60'lı yıllar boyunca mâaile tek kaptan yemek yediğimizi dün gibi hatırlıyorum. Genç kuşak şaşıracaktır ama bizde sofra nizamı şöyleydi: Odanın ortasına genişçe bir sofra bezi serilir, bezin tam ortasına katlanır cinsten bir ayaklık yerleştirir (bu iş için kalbur kullanıldığını hatırlarım), ayaklığın üzerine genişçe bir bakır sini (tepsi) konulur, sininin ortasına ise tek çeşitten oluşan bir sahan getirilir. Herkes sofra bezini dizine veya kucağına çekerek sofraya yerleştikten sonra aynı kaptan yemek yenilir ve kalkılır.

"Peki çatal kaşık?" diyeceksiniz; bizim evde 6 tane pirinçten mâmul kaşık mevcut bulunduğunu ama o günlerde genellikle tahta kaşık kullanıldığını da ilave etmem lâzım. Bildiğiniz tahta kaşık. İnsanın ağız anatomisini zorlayan genişlikte, şimşirden mâmul tahta kaşıklar.

Tabii öyle sofranın bulaşığını halletmek işten bile sayılmazdı (yaşlı hanımlar kuşağından, "sen onu bir de bize sor" sesleri!) ama bir farkla: Bulaşıklar şimdiki gibi mutfakta değil, genellikle avlunun öteki ucuna konulmuş kurnada ve tabii ki soğuk suyla yıkanırdı. Unutmadan deterjanın da henüz o günlerde evleri teşrif etmediğini kaydedeyim.

Yaz neyse ama kış günlerinde bulaşık yıkamanın nasıl bir çile olduğunu siz tahmin ediniz!

Çile dedik ama bulaşık yıkamanın faziletlerini en sona bıraktık; efendim bulaşık yıkamak insanda sinir, sıkıntı, endişe, tasa diye bir şey bırakmıyor. Vücuttaki statik elektriği izâle ettiği gibi, bir yemek kabını yeniden kullanılır hale getirmenin verdiği işe yararlık duygusu da cabadan.

Bu noktada benim en çok alınganlık gösterdiğim husus, sair zamanlarda âniden şevke gelip de bulaşık yıkama arzumun, hayat arkadaşım tarafından, "aman bırak eksik kalsın; bana ikinci iş çıkaracaksın şimdi, sen git işine bak!" gibi gönül kırıcı lâflarla berhava edilmesi oluyor; "ikinci iş"ten kasdını anladınız; bu kırıcı ihtarla benim yıkadığım bulaşıkların yeniden yıkanması gerektiği imâ edilmektedir. "Beğenmezsen yine yıkarım, ne olur müsaade et" şeklindeki samimi ısrarlarımın bile bükülmez bir kararlılıkla reddedilmesi karşısında nasıl meyus olduğumu tahmin etmelisiniz.

Hanımların erkeklerden daha iyi bulaşık yıkadıkları konusunu tartışacak kadar câhil değilim; belki öyledir ama bulaşık makineleri icad olunduğundan beri bu varsayımı doğrulamak imkânını da kaybetmiş bulunuyoruz. Artık iki damla suyla çalkanıp rafa konulacak çay tabakları bile makineye istif edilmektedir. Bu arada çamaşır ve bulaşık makinesini icad eden şahsın, -ki muhtemelen gayrimüslim olduğunu zannediyorum- eninde sonunda, insanlığa büyük hizmeti geçmiş şahsiyetlerin konulduğu cennet köşklerinden birine nâil olacağına kuvvetle inanıyorum; hanımlardan o kadar çok dua alıyorlar ki!

Bir ara gizli gizli bulaşık yıkamayı da denemedim değil ama foyamın hemen açığa çıkıvermesi üzerine bulaşık sektöründen tamamen çekilmiş bulunuyorum. Bence ev hanımlarının, "bulaşık kadın işidir" düsturunu gözden geçirmeleri gerekmektedir çünkü bu hüküm bir bâtıl itikaddan ibarettir.

Bunca izahtan sonra yemek pişirmek konusunda çoğu erkeğin niçin menemenli yumurtadan ötesine kabiliyet geliştiremediğini anlamış olsanız gerektir. Kadın hükümranlığının erkeğe biçtiği rol, evde süs biberi (veya kırmızı soğan hevengi) gibi oturmak, soğuk sudan sıcak suya elini vurmamak ve televizyon karşısında pineklemektir.

Darda kaldıklarında, "biraz insaf et de şu mercimeği olsun ayıklamama yardım et" sızlanmalarını duymayanımız yoktur; tecrübe ettim, mercimek, pirinç, bulgur vesaire ayıklamanın da ruhiyât üzerinde çok iyi tesirleri var. Ortalığı silip süpürmek, sofrayı kurup kaldırmak hâkezâ fakat insaf ile söyleyiniz; hangi erkeğe evinde bu gibi ruh sâkinleştici işler yapması için imkân tanınmaktadır?

Ev işi nâmına bize düşen şey, varsa yoksa, ütünden çıkmış perdeleri yerine takmak gibi sevimsiz angaryalar...

Acaba diyorum bir biçki-dikiş kursuna mı yazılsam gizliden?..