Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Her yıl, ekim ayının ilk yarısında Camiler ve Din Görevlileri Haftası ilan ediliyor. Önceki yıllarda bu hafta, halk nazarında daha ziyade camileri kıyı-bucak temizleme ve onarımdan geçirme vesilesi gibi değerlendirilirdi. Bu yıl, her sene tekrarlanan kuru duyurulardan başka dikkat çekici bir faaliyet yapıldığını duymadım.

İstanbul camilerini galiba ayrı bir fasılda mütalaa etmek gerek; Büyükşehir Belediyesi vaktiyle çok hayırlı bir karar alarak büyük-küçük ayırt etmeksizin her caminin temizlik hizmetlerini üstlenmiş; gerek ibâdet mekânında gerek cami çevresinde titiz bir temizlik gayreti hemen dikkati çekiyor. Turistlerin sıkça ziyaret ettiği eski Selâtin camilerinde ayakkabılık, tuvalet, abdest çeşmesi gibi problemler, mükemmel değilse bile hayli medenî çözümlere kavuşturulmuş durumda. Tarihî değeri ölçülemez kıymetteki camilerin Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce sürekli onarım ve bakım listesinde tutulması da ayrıca takdire şâyan. İslâm dünyasının en nâdide ve mümtaz camilerine sahip olması bakımından İstanbul'un hususi bir parantez içine alınması elbette doğru ve isabetlidir.

CAMİ-MÂBED; YANLIŞLIK DEĞİL, EKSİKLİK VAR

Bana göre bu hafta, rutin faaliyetler dışında toplumumuzda cami fikrinin uzak-yakın bütün çağrışımları hakkında düşünmek için bir vesile teşkil etmeli. Bir küçük örnek: Sadece ibâdet edilen bir mekân olarak düşündüğümüzde problem sahasını da daraltmış oluyoruz. Camileri ibadet fonksiyonuyla sınırlı mekânlar hâline getirmemiz, bize Osmanlılardan intikal eden bir 'Türk Müslümanlığı' geleneğidir. Sadece laik Cumhuriyette değil, Osmanlılar zamanında da camilerde ibadet harici işler görülmesine hoş gözle bakılmıyor, hele hele siyasi patırtı çıkarabilecek nitelikteki faaliyetlere müsaade edilmiyordu. II. Mahmud zamanında özel vakıfların nezâret, yani bakanlık şeklinde düzenlenerek devlet gözetimine alınmasıyla camiler üzerindeki kamu kontrolü genişletildi. Camilerin, adı üstünde 'cami', yani çeşitli hizmet ve fonksiyonları bir araya getiren yer olarak algılanmaktan çıkarak sadece ibâdet edilen yer, yani 'mâbed' veya 'mescid' (secde edilen) hâlini alması gelenekselleşti. Bir mekânın sadece ibadete tahsisi, pratikte şu anlama geliyordu: İçinde sadece namaz kılınan yer. Nitekim bugün camilerimiz, bugün sadece 'mâbed' olarak algılanıyor. Bunda yanlışlık yok, eksiklik var; bu eksiklik şudur: Cemaatin, yani namazla yakın ilgisi olsun-olmasın çevrede yaşayan bütün Müslümanların, camiyle ilişkileri sınırlandırılmıştır. Bir mahalle sâkini, cemaatle namaz kılmıyorsa camiyle fiili ilişiği kesilir.

'Başka türlü nasıl olabilirdi ki?' diye bir soru gelebilir aklınıza...

CAMİDE YATMAK YASAKTIR!

Hazreti Peygamberin Sünneti'ne bağlılığı ile ünlenen 'Sünnî' ekol, Peygamber zamanında Peygamber mescidinin üstlendiği fonksiyonları ihyâ etmekte nedense isteksiz ve bilgisizdir. Efendimizin mescidi, -meşrûtasındaki saadethânesi bir tarafa-, Medine'nin kalbi ve merkeziydi; içinde ve avlusunda eğitim, ticaret, adli hizmetler, siyaset, diplomasi gibi kamu işlerine ilâveten bildiğimiz mânâda alelâde sohbetlerde bile bulunmak mümkündü. İşte 'cami' kavramının tam mânâsı, (yani toparlayıcı, bir araya getirici mekân) böyle tecelli ediyordu. Bu uygulama, raşid halifeler devrinde devam ettirildi ise de sonradan beliren siyasi ve idari mahzurlar, yavaş yavaş cami fikrini geniş toplumsallaşmadan, mâbede, yani ferdî ibadetin icra edildiği yere doğru dönüştürdü.

Efendimizin devr-i saadetinde mescidde, Müslümünların çok rahat hareket ettiklerine, hatibe sual sorduklarına, kendi aralarında münazara ettiklerine dair şaşırtıcı örnekler vardır. Mesela, bir yolcunun mescidde dinlenip yatması, hatta gecelemesi pek tabii karşılanıyordu. Türk hacılarının Mekke ve Medine'deki Mescid-i Haram binalarında en çok yadırgadıkları husus, özellikle Hicazlı Arapların bize pek saygısız bir hareket gibi görünen rahat davranışları, sağda solda yatıp uyumaları veya ayaklarını uzatıp istirahat etmeleridir meselâ. Bizde ise hutbe esnasında bağdaş kurup oturanlar bile bazı cemaatin dik bakışları altında ezilir, namaz saatleri haricinde yan gelip yatmaya kalkışanlara müsaade edilmez.

Beyoğlu'ndaki Ağa Camii avlusunun son cemaat mahalline asılan 'Yatmak yasaktır' levhalarını hatırladım şimdi meselâ. Bizim mescid geleneğimize göre cemaate mensup ferdler daima sükût etmeli, yüksek sesle değil fısıltıyla bile konuşmamalı, dünya işleriyle ilişiğini kestiğini gösterir şekli bir edeb dairesinde görünmeli ve sadece 'alıcı' statüsünde olduğunu aklından çıkarmamalıdır. Camide din görevlileri vaaz ve irşadda bulunurlar, cemaat ise dinler ve itiraz etmez. Soracağı bir şey varsa namaz bitimine kadar sabredip cemaat dağıldıktan sonra imama yaklaşması ve lisan-ı münasiple derdini anlatması ehven bulunur.

Vesaire vesaire...

CAMİLER HAFTASI'NIN GELECEĞİ İÇİN BİR TEKLİF

Hâlbuki, 'Camiler ve Din Görevlileri Haftası' denince daha başka mânidar faaliyetler yapılabilirdi diye düşünmeden edemiyorum. Hayır, yüzlerce yıllık Sünnî geleneğini bir hamlede kırıp camileri açık münazara ve münakaşa mahalleri hâline getirmekten bahsetmiyorum ama meselâ en azından cami ve mescidlerin, sadece ibadete değil, başka sosyal faaliyetlere de açılabilmesi konusunda fikrî temrinler yapılabilecek toplantılar düzenlenebilirdi; nelerin yapılıp nelerin yapılamayacağı usulü dairesinde tartışılır, hatta bu toplantılar alışıldık konferans ve seminer salonlarında değil, iki namaz arasındaki vakitlerde bizzat camilerde gerçekleştirilebilirdi. Haydi hutbelerde değilse bile, vaazlarda cemaatin aklından geçenleri yüksek sesle dillendirebilmesi için cesaretlendirilmesi de pekâlâ düşünülebilirdi. Hattâ ve hattâ en küçük mahalle mescidini bile kapsayacak etraflı bir toplantılar programı tasarlanarak 'cemaat'in bu gibi işlerde söz sahibi olduğu, olması gerektiği hatırlatılabilirdi.

Ezcümle bu hafta, cami cemaatinin sadece alıcı değil, gerçek bir muhatap sayılarak kaale alındığı verimli bir diyalog süreci olarak kullanılabilirdi; camiler sadece mahalle sakinlerinin namaz ibadeti için değil, mahalle meselelerinin bile konuşulduğu, tartışıldığı bir 'mahalle konseyi' gibi algılanabilir; mahalle sakinleri yapılacak işlerin finansmanı konusunda bilgi ve söz sahibi kılınarak mahallelilik, hemşehrilik şuurunun oluşmasına katkı sağlanabilirdi.

Bugün başka bir tablonun içindeyiz: Camilerin mülkiyeti Vakıflar'a aittir; içindeki personelden Diyanet İşleri sorumludur. Caminin bakım ve onarım hizmetleri, gâhi belediye, gâhi vakıflar fakat çoğu zaman cami derneklerinin kapı önüne açtıkları mendil sandıklarınca karşılanır. Bu çerçevede cemaate düşen görev canı isterse camiye gidip toplu ibadete katıldıktan sonra, içinden geçerse bir miktar ianede bulunmaktır. Bu rolün hayli pasif ve dışlayıcı olduğunu kabul etmeliyiz. Camiler ve Din Görevlileri Haftası, önümüzdeki yıllarda cemaatle cami, cemaatle din görevlisi, cami ile mahalle ilişkilerine yeni bir boyut kazandıracak tarzda yeniden düzenlenebilir ve düzenlenmelidir.

Hâl-i hazırdaki uygulamadan -cemaat de dâhil- herkesin memnun ve mutmain olduğunu görüyorum ve açıkçası 'baş ağrıtıcı' tekliflerimin kaale alınmayacağından üç aşağı beş yukarı emin bulunuyorum fakat 'cemaat'i, kendini ilgilendiren işlerde söz ve sorumluluk sahibi hâline getirmek için bu vesilenin değerlendirilmesi gerektiğini düşündüm; kayıtlara böyle geçsin en azından!