Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Onları yaklaşık yirmi seneden beri tanıyorum. Sofralarına oturdum, sohbetlerinde bulundum. Samimi bir saygı ve sevgi haricinde bir nâkıselerini görmedim. Haşim’in dediği gibi “Yarıyoldan ziyade yerden uzak / yarıyoldan ziyade mâha yakın” bir yerden görüp hissettiklerimi yazacağım.


Benzerini Türkiye çok gördü, ama onun kadar başarılı olanına rastlamadı. Fethullah Gülen’i seven, ona güvenen, onun yönlendirmesiyle hayır ve eğitim faaliyetlerine koşulan insanlar, artık Türkiye’de fiilî bir realite haline geldi. Bu realitenin kurum adı ve adresi yok; gönüllü, sivil bir karakter taşıyor ve o yüzden “cemaat” kelimesi, ihtiva ettiği derinliği gizleyen, hatta muğlaklaştıran, şüpheli bir kavram gibi muamele görüyor. İşin garip tarafı, “cemaat” çerçevesi içinde nitelendirilmesi gereken insanlar bu kaypak ve flu kavramı sahiplenmiyorlar fakat, “hizmet” dışında ‘cemaat’in yerine ikame olunacak tek kelimelik bir alternatif de gösteremiyorlar.

Adı cemaat veya hizmet olsun durum değişmiyor: Bu hareket çok güçlü iç dinamiklere sahiptir ve ismi etrafında oluşturulmaya çalışılan onca tereddüde rağmen “açık”, esrarengizlik mânâsında ürpertici derinlik taşımayan net ve kolay anlaşılır bir mâhiyete sahiptir.

İç dinamikleri güçlü çünkü, Fethullah Gülen, ismi ve şahsiyeti ile büyük bir güven üssü teşkil ediyor. Küçük, mütevazı ama samimi destekler iyi ve doğru yönlendirildiğinde şaşırtıcı başarılara yol açılıyor. Eğitim ve hayır işlerini omuzlayan insanlar, yaptıkları şeyi bir “iş” olmaktan ziyade bir “hizmet”, hatta vecd ile yerine getirilen bir hayır faaliyeti olarak kabullenip büyük feragat gösteriyorlar. Başarı böyle geliyor, başarı kazanıldıkça özgüven yükseliyor, verilen hizmetten duyulan mânevi haz yükseliyor. Fethullah Gülen etrafında yürütülen “hizmet” faaliyetlerinin dışarıdan kolay anlaşılmayan, bulanık görünen en mühim kısmı zannımca budur. Ayda 200-300 dolar civarında bir ücrete rıza göstererek salgın hastalıkların, iç savaşların, terörist faaliyetlerin, yoksulluğun ve belki hepsinden daha belirleyici olmak üzere gurbet hissinin karmaşıklaştırdığı ağır şartların üstesinden gelerek yurtdışında, haritada yerini bile bilmedikleri ülkelerde çalışan gençlerin duyguları, sıradan ve sûrî mantığın anlayamayacağı bir feragat derecesidir. Bu basit gerçekliği çoğumuz anlayamıyor ve anlamadığımız için şüpheyle bakıyoruz. Tedirgin ediyor, korkutuyor dışarıdan görenleri. Yeri gelmişken söyleyelim: Bir teröristin niçin genç yaşında böyle bir yolu tercih ettiği dışarıdan daha kolay anlaşılabilir bir tutumdur ama bir insanın neredeyse karın tokluğuna bir hayır ve hizmet kurumunda görev üstlenmiş olması ve göze aldığı fedakârlık insanları geriyor, ürkütüyor.

...

Şu yakınmayı çok duymuşumdur: “Niçin hep güleryüzlüler, niçin hiç tartışmıyor, seslerini yükseltmiyor, sert tepki göstermiyor, kötü söz söylemiyorlar? Acaba bu sathi nezaket perdesinin ardında gizledikleri başka bir yüzleri, daha gizli ve kirli bir niyetleri mi var?”

Böyle düşünenlere, “Hayır, ne görüyorsanız odur; bu çocuklar böyle oldukları için öyle davranıyorlar; onlara hizmet kapsamında kendilerini aşmak, insanlara hüsn-i misal teşkil etmek tâlim ediliyor” cevabı verilir fakat o tedirginliği izale edemezsiniz kolay kolay.

Terbiyeli insanlardır, samimi ve safderun insanlardır.

Gözlerine bakınca gönüllerini, yüreklerini görürsünüz; tabii görmek isterseniz, tabii önyargıların zihnî engellerini bertaraf edebilirseniz...

Kanunları ihlâl etmezler, kanunun suç saydığı eylemlerden uzak durmakta şaşırtıcı bir dikkat içindedirler. Sabırlılardır fakat o bile “uzaktan”, ustalıkla gizlenmiş ‘cin fikirlilik’ şeklinde algılanabilmektedir.

...

Yoo, gökten zembille inmediler; bir başka ülkeden gelmiş muhacir de değiller. Hepimiz kadar bu memleketin insanları, evlâtları, genç kızları, delikanlıları, esnaf, memur, işadamı, ev kadını. Onlar da herkes gibi iyi eğitim görmek, meslek edinmek, yuva kurmak, işlerinde başarılı olmak istiyor.

Büyüklüklerine nispetle her kurumda yer almaları dünyanın en tabii şeyi iken, devlet teşkilatının muhtelif kademelerinde görünür hale gelmeleri, herkesin dikkatini çekiyor. Yine gizli bir niyet peşinde oldukları, sessizce örgütlendikleri, kendilerini güçlü hissedip işareti alınca devleti ele geçirecekleri yazılıyor, söyleniyor. Oysa ki herkes gibi kendi sivil toplum kuruluşlarını, işletmelerini, ticari şirketlerini, yayın organlarını kurup toplumsal hayatta görünür hale gelmek zorundalar. Belli hacim eşiğini aşarak görünür hale gelebilme üslubunun sıkıntıları yaşanıyor.

...

Onlardan hep eski kuşaklar gibi olmaları bekleniyor; bakışlarını yerden kaldırmayan, başarılı olmayı neredeyse ayıp ve günah sayan, içine kapanık, yarı köylü, daima mahcup ve suçluluk hâleti içinde, sistemin kenarında ürkek ve tedirgin var olmaya râzı bir topluluk.

Bu topluluk benzerleri ve başkaları gibi şahsiyet ibrâz edip, kendini yönetecek ehliyet ve dirayeti sergilediğinde duruşu “tehdit” gibi kabul görüyor.

Başkalarında yakışıklı duran, onlarda sakîldir; başkalarının hakkı olan şey onlar için nimet, atıfet, lütuf sayılmalıdır. Nasreddin Hoca’nın kızına yakışan şeyler, onların eyninde siyasetle iştigaldir, çaktırmadan Türkiye’yi ele geçirmek, dünya hegemonyası kurmak veya Amerika’nın adamı gibi görünmektir.


Tercih ettikleri tâbirle “hizmet”, bugün itibariyle 80’li yıllarda hayal bile edilemeyen menzillere vâsıl oldu; büyüdü, serpildi, gelişti ve başarıyla yürüyor. Dikkat çekiyor, göze batıyor; hasede, kine olduğu kadar takdire, tahsîne de muhatap oluyor. Büyümek demek, kaçınılmaz şekilde maddileşmek, dünyevileşmek anlamına da geliyor. “Hizmet”in iç çelişkisi, benim gördüğüm kadarıyla büyümenin, başarılı olmanın kaçınılmaz yan tesirlerine muhatap kalmaktır. Belirli büyüklüğe ulaşan her bünye, her kurum siyâsetle, finansla, bürokrasiyle nispetini yeniden tayin etmek, hatta belirli ölçüde siyasileşmek zorunda.

Büyümenin görünür tesirleri, ister istemez göze batıyor, dikkat çekiyor; düne kadar Fethullah Gülen’i “Ağlayan hoca” diye küçümseyip şüphelenseler de fazla kaale almamayı tercih eden güç odakları, şimdi cepheden taarruza geçerek tahrip mücadelesine girişmek zorunda hissediyor kendini. Evet, hasettir bu...

Büyük baskı altında yaşıyorlar; on yıl öncesinin ithamları küçümsemeyle karışıktı, bugünün suçlamaları neredeyse dehşet ve korkudan irileştirilmiş, endişeli bakışlar refakatinde seslendiriliyor. Güç odakları, onların kendi ayağının üstünde durarak, -eskiden beri pek alışık olmadıkları- siyasi tavır takınmış olmalarını affetmiyor; “Eskiden halim-selim, etliye-sütlüye karışmaz, neredeyse bîtaraf insanlardınız; şimdi taraf haline geliyorsunuz; aman dikkat” diye yarı yarıya dostane nasihatle karışık ayıplamalarda bulunuyorlar!

Eski hacmine ve sıkletine rıza gösterse, belki mesele kalmayacak ama güçlü aktör olmak emâresi gösterince, “cemaatçi” sıfatı, bir kırbaç gibi şaklatılıyor mâlum çevreler tarafından,

...

Hatâları yok mu; elbette var. İlk ve en vahim hatâyı yukarıda zikrettim; başarılı olmak, büyümek ve tasavvur edilenin ötesinde gelişmek. Onlara biçilen ve lâyık görülen hacimlerin dışına taşmak kaçınılmaz hatâ; onu dünyevileşme meselesinin yorucu ve yıpratıcı merhaleleri takip edecek.


Onları yaklaşık yirmi seneden beri tanıyorum. Sofralarına oturdum, sohbetlerinde bulundum. Samimi bir saygı ve sevgi haricinde bir nâkıselerini görmedim. Haşim’in dediği gibi “Yarıyoldan ziyade yerden uzak / yarıyoldan ziyade mâha yakın” bir yerden görüp hissettiklerimi yazdım.