Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Şehre 20 kilometre uzaklıkta, volkanik olması lâzım gelen iri kaya püskürtülerinin ortasından geçen cılız derenin açtığı vadi tabanındaki söğüt yeşilliklerine tutunmuş avuç içi kadar bir yer; çermik.

Öhlez dere yatağının hemen kenarından kaynayan gazlı suyu ilk kim fark etmiş bilinmez; kaynağı biraz genişletip etrafını çevirerek havuz haline getirmişler, olmuş kaplıca. Devr-i Abdülhamidî’de havuzun üstü kapatılmış. Kitâbesi bile var.

Okul tatili başlayınca gözüm çermiğe çevrilir. Çermiğe mâaile gidilir. Evden somya, yatak, yorgan, teldolabı, sini, minder, kab-kacak gibi en lâzımlı eşyalar, ya bir at arabasının veya daha sonraları burunlu eski-püskü bir Studebaker kamyonun ahşap kasasına yerleştirilir; en son çadırla direği ve bir çuval dolusu ahşap kazık.

Kamyon kasasının üstünde bir çocuğun, kısacık perçemleri rüzgâra vererek ve sanki vahşi Kızılderililerin çığlık atarak takip ettikleri western tipi bir wagoon’un sırtındaymış gibi avantürye hayâller kurarak şehrin kalabalığından sıyrılıp kırlara doğru açılmanın tadını hangi safari turu vaat edebilir ki? Şehir çocuğunun tabiatla güreş tuttuğu yer çermik.

İncecik bez çadırın altında geçirilen eni-konu serin yaz geceleri. Dışarıda kurbağa, ağustos böceği sesleri, ara sıra köpek havlamaları. Yün yorganın sıcağına büzülen çocuğun ertesi sabah ilk eğlencesi, bir bohçaya sarılmış havlu takımı ile daha güneş bile doğmadan havuzun yolunu tutmak, suyun kaynadığı köşede birer sâkin Buda heykeli ciddiyetiyle dizilmiş yaşlıları sinirlendirmeden usulca suya girip, çırpıtmadan çimmek...

Çimmek yıkanmak değil, suya girmek de değil; tam tamına çocukların bir karışı geçen bütün sularda deliler gibi eğlenmesi. Ne var ki çermik ekâbirinin huzurunda cuppadanak suya atlamak olmaz, ancak sekizden sonra çoluk-çocuk kalabalıklaştığında havuzun neş’e faslı başlar. Çığlıklar, haykırışlar, çatıya çıkıp pencerelerden atlamalar... Hepsi otuz-kırk metre murabbâındaki (eskiden m2’ye böyle derlerdi) küçücük havuzun suyu öyle bir çalkanır ki, neftî yeşil rengi kahverengiye döner, duvarlar bile ıslanır.

Sırtınızda havlu ile çadıra dönerken sizi sacda pişirilmiş mis gibi yufka veya katmerin beklediğini bilirsiniz. Dokuzda havuz sırası kadınlara geçecek ve erkek çocuklarının hürriyet saatleri başlayacaktır.

Ne yapmalı, çermikte nasıl vakit geçirmeli? Top oynayacak yer yok, arazi müsait değil bir kere. Birkaç kafadarla civarda keşif gezileri yapmak mümkün ama nihayet mendil kadar yerdir çermik, hemen bitiverir. Bir şey yapmalı, ne yapmalı? Ah, nasıl unuttum; bir çakım olsa, kendi başıma dere kenarına oturup söğüt dallarından ok-yay, kılıç, düdük, o olmadı anneme yün değneği yapamaz mıyım?

Çakı unutulur mu hiç? Ne yapmalı? Ekmek bıçağı hem keskin değildir, hem de kullanışlı sayılmaz; üstelik ağzı köreliyor diye hoş karşılanmaz. Yalvar yakar bir büyüğünüze derdinizi açarsınız; ilk tepki klişedir, “Olmaz, elini kesersin!” “Yahu, elbette keserim, bıçak ille de çocuğun elini, parmağını keser, ufak tefek berelenmelere sebep olur ama olsa ne güzel olurdu!” Naz, piyaz, tehdit, edepsizlik, açlık grevi, sızlanma; işe yarar ne varsa denenir. Nihayet, “Peki peki, filancaya tembih edelim, yarın akşam getirsin” diye gönülsüz bir söz koparılır.

Yarın akşam olur mu? Yarın akşam yüzyıl kadar uzak bir mesafededir; zaman geçmez; kitap yok ki okuyasın, dünün dünyasında kitap harcıâlem bir metâ değildir, lüks tüketime girer. Öyle ciltler dolusu çizgi roman vesaire tahayyülü bile akla ziyanlık verir tasavvurlardandır. Akşam otobüsünden inen erkeklerden biri, antikalık edip de bir günlük gazete getirirse ne âlâ!

Söylemeyi unuttum değil mi? Radyo yok, elektrik de yok. Koca (!) çermikte üç dört tane çeşme, bir o kadar da umumi tuvalet var ama herkes çok mutlu; neden? Çünkü insanlar küçük saadetlerin kadr ü kıymetini bilmektedirler henüz deyip geçelim bu bahsi.

Çermik otobüsüne gelelim!

Otobüs deyince öyle yüksek beklentiler içine girmemelisiniz. 20-25 kişilik, kırık-dökük, hani şu marş motoru olmadığı için motoru, muavin denilen önemli eleman tarafından önden demir manivela ile çevrilen, olmadık yerde su kaynatıp lastik patlatarak ârıza veren burunlu Amerikan otobüsleri. Chevrolet olabilir pekâlâ.

Her gün iki sefer yapar çermik otobüsü (sonraki yıllarda yerini dolmuşlar alacaktır); sabah ve akşam. Sabah, esnaf ve memur “çermikçi” takımını işine götüren otobüs, geç ikindi sularında uflaya puflaya, âdeta yorgunluktan belini tuta tuta uzaktan arz-ı endam eder. İçinde, sabah alıp götürdüğü mûtad çermikçi takımına ilâveten, “İki günlüğüne yatıya gelmezsen ölümü gör, bir daha konuşmam” diye ısrarlı davetler yollanan misafirler vardır. En kıymetli yükleri ise sabah yolcularına sıkı sıkıya tembih edilen siparişler...

Bir kelep kınnap ipi, ağaca kurulacak salıncak için urgan, iğne-iplik, özellikle göç telâşı esnasında evde unutulmuş her nevi avadanlık, kap-kacak ve benim gibi mütemadiyen canı sıkılan çocukları oyalaması için çakı, üç tane birer metrelik ince uçurtma çıtası (çerçeve derdik biz ona), yarım metre sapan lastiği (ve sapanla vurulan serçenin vicdanda açtığı mezar oyuğu)...

İşte çok uzaktan, vadinin sert bir dönemeç yaptığı boz armudun dibinden bir toz bulutudur sökün etti; geliyor. Misafirler, çocuklar, oyuncaklar, çakılar, cıncıklar, ipler, çermik sepetleri geliyor; hepsi aynı köhne otobüsün içinde ırgalana ırgalana, dizlerini tutup sızlana sızlana geliyor. Yaşasın! Göründü işte, durdu... İlk yolcular, iyice hak edilmiş bir çermik akşamı sefasının tadına varmak için yorgun argın inerken çermik ahalisi otobüsü karşılamada: Hoşgeldinler, safa getirdinler, “Filanca niye gelmedi”ler, “Bütün çarşının altını üstüne getirdim, yine bulamadım” yollu beyaz yalanlar...

Ve sapı kara öküz boynuzundan mâmul el çakısı. Namlusu hafif yağlı, ağzı kasten iyice açılmamış (elini keser-meser başımıza iş çıkarmayalım endişeleri) ve bir gönül dolusu sevinç, minnet, yaşama arzusu.

O otobüsün kokusunu bile duyuyorum şimdi, rengini, şeklini hatırlamayabilirim ama kokusu hâlâ yerli yerinde: Benzin, egzoz gazı, yağlı üstüpü, insan terine ilâveten artık nesli tükenmiş kehribar gibi Kazova üzümü, Tokat biberi, illâki her çadıra bir büyük karpuz, taze çarşı ekmeği, nar gibi, bölündüğünde domur domur alacalanan hakiki domates, kebaplık et, patlıcan...

İlle de derin, sarı, kamıştan mâmul sepetlerde. Çermik sepetidir, asırlık müessesedir. Erzak sepetle gelir, sepetsiz gelen misafirin ardından azıcık gıybet bile edilir. İçerisi daracık olduğu için, otobüs hareket etmezden evvel “mâvin efendi” otobüsün damına çıkıp sepetleri, iri kıyım bagajları iple “kayımca” karoserin kenarındaki demirlere bağlar. İzdiham varsa, canını tarlada bulmuş takımından birileri ısrar üzerine arabanın damında yolculuk bile ederler. Çermik yolu “dulda”dır, polis çevirmez, esasen polis kimseyi çevirmez çünkü koca memlekette motorlu vasıta sayısı üç haneli bir rakama baliğ olmamıştır henüz.

Ah çermik otobüsü; ah çocukluğun rüyâlarıma giren renkli dünyası...