Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Film başlıyor; siyah-beyaz bir Yeşilçam filmi gibi seyredebilirsiniz zihninizde bu hikâyeyi.

Bir köy öğretmeni görüyoruz; "Gençliği uzak, sapa yolsuz, susuz dağ köylerinde geçmiş. Taş taşımış, odun kesmiş, viran ahır bozuntularını dersliklere çevirmiş; yalınayak, dudakları çatlak, yoksul köy çocuklarının okuyabilmesi için her türlü zorluğa katlanmış" bir öğretmen. Üç beş ayda bir karlar eriyip de yollar açıldığında maaşını almak için ilçeye inebilen; eline geçen parayı defter, kalem, tebeşir, çocuklara ilâç, ayakkabı, çanta için harcayıp dolu kucağıyla yeniden heyecanla köyüne koşan bir öğretmen.

İşte, bu öğretmen tam otuz sene Anadolu'nun köylerinde birinden ötekine tezek yakarak, kuru ekmek yiyerek ama zevkle, gururla, saadetle görev yapıyor; binlerce öğrenci yetiştiriyor ve nihayet âmirleri onu ödüllendirmiş olmak için hocayı dağ köylerinden indirip bir ilçeye tayin ediyorlar.

O devirler, köylülerin kasabalıların çocuklarını okutmak yerine "Davar gütsün, tarlada-tapanda işe yarasın, harmana yardımı dokunsun, hiç değilse bir işin ucundan tutsun" diye okuldan uzak tuttuğu zamanlar.

Bizim öğretmen okulda yarıdan ziyadesi boş derslikleri görünce, sokaklarda öğrenci aramaya koyuluyor; rica, minnet, tehdit, ikna; aklına gelen, gücünün yettiği ne kadar bildiği yol varsa harekete geçirip derslikleri şenlendiriyor. Olan yine mütevazı maaşına oluyor tabii; önlük, çanta, kitap, ayakkabı, kimin ne ihtiyacı varsa öğrencilerine selsebil ediyor maaşını, gençliğini, emeğini, ömrünü...

Derslikler derseniz yine virâneden biraz hâllice ama idare ediyorlar; duvarlara sakız gibi beyaz badana çekiyorlar; tabanlar tahta ama tertemiz. Sıra yok diye dert etmiyorlar; yere oturup öyle yapıyorlar dersi.

Velâkin, ilçeye tayin olunduktan sonra bizim öğretmende yeni merak uyanıyor. Hayret! Eskiden pek aldırış etmezdi ama ilçeye ineliberi evden konserve tenekelerine tutturulmuş fideler, saksılar getiriyor? Önceleri pencere kenarına dizerdi, şimdilerde pencerelerde yer kalmayınca sağa sola zemine de çiçek saksısı koymaya başladı!..

Çiçek bu, bakım ister. Elinde uydurma bir ibrik sık sık suluyor çiçekleri. Öyle suluyor ki, -dikkatsiz midir, yaşlanmış mıdır bilinmez?- kaplardan taşan sular pencere kenarlarına, taban tahtalarına yayılıyor, ortalık neredeyse göle dönüyor.

Bir, üç, beş, fakat işin tadı kaçıyor; sızıltı, tutanak, ihtar, müfettiş. Valiye şikayet gidiyor, tekdir alıyor, üstüne maaş kesintisi, ama hiç aldırmıyor bizim öğretmen. Deli gibi çiçek suluyor her gün, dershane değil sanki limonluk âdeta.

Aldırmıyor, "Hoca, nedir derdin; nedir bu çiçek takıntısı" diye soranlara kısaca,

-Seviyorum çiçekleri, deyip geçiyor.

Sayılı gündür geçer; vakti geliyor, ders yılı bitince "Tamamdır" deyip emekliye ayrılıyor öğretmenimiz. Pılı-pırtısını toplayıp memleketine dönüyor (Yozgatlı hemşehrilerime buradan ince bir selâm yolluyorum), yerleşiyor fakat ellisinden sonra âniden depreşen bu çiçek merakı, eskiye göre sanki biraz yatışmış gibidir.

Bir gün eşi diyor ki öğretmene, "Sen eskiden deli gibi çiçek yetiştirir, sabah-akşam sulardın; ne oldu, neydi o meselenin aslı?"

Anlatıyor.

Öğrencilerim kalabalıktı, sınıfta yeterince sıramız yoktu. Yazma dersinde yere diz çöküp oturur evden getirdikleri fasulye taneleriyle cümle yazmayı öğrenirlerdi. Bir çocuğum vardı, on yaşında bir kız çocuğu; Arefe. Çelimsiz, hasta bir çocuktu Arefe. Arefe'nin, ondan başka kimsenin bilmesini istemediğim ama tedavi edilmesi gereken bir derdi vardı. Yavrucak nerdeyse her gün ikinci derslerde altına kaçırırdı. Arkadaşları bir farketseler, bu mâsum kusurunu ömür boyu başına kakıp alay edecekler, belki bu yüzden Arefe okulu bile terkedecekti.

Çok üzülüyordum.

Sonunda kendimce bir çâre buldum. O uğursuz saatin yaklaştığını hissettiğimde hemen çiçek sulama ibriğini kapıp sınıftaki çiçekleri sulamaya başlıyor, hatta bu arada işi biraz abartarak zemine de su döküyordum ki yavrucağın kusuru ıslanan zeminde kaybolup gitsin, kimseler farketmesin.

Yukarda anlattığım hikâyeyi ben yazabilmiş olmayı isterdim ama bu keyiften mahrumum; hikâyeyi, pek aziz bir arkadaşımın yeni çıkan kitabından ödünç aldım; aslında "Çaldım" desem daha doğru, çünkü onun haberi olmaksızın yaptım bu işi, affetsin.

Adı Emir Kalkan. Tanırsınız zaten. Hemşehrim sayılır, aynı toprağın çocuklarıyız: Kayserili. Bu adamın hikâyeciliğine imreniyorum, hatta kıskanıyorum desem daha doğru olur. Birbirinden güzel 8 eseri yayınlandı bugüne kadar.

Kanatsız Kuşlar Şehri meselâ, Gül Âyinleri meselâ; sonra "Hoşçakal Şehir", sonra, "Bu Taraf Anadolu"... sonra Afşar Ağıtları, Kayseri Şairleri, 20. Yüzyıl Türk Halk Şairleri Antolojisi de cabası bunların.

Kayıp Yüzler, Emir Kalkan'ın beşinci hikâye kitabı, Ötüken yayınladı. Hikâyeyi o kitaptan "çaldım", hikâyenin adı "Çiçekler". Kitapta, yukardakine denk 25 birbirinden güzel hikâye daha var. Ben tamahkârlık ettim, bir saate kalmadan hepsini okuyup kalktım sofradan, sonra da "Bunca güzel şey, bir oturuşta bitirilmeli mi idi; ah tamahkâr nefsim" diye kendimi azarladım.

Sizin zevkinize karışamam, fakat benden duymuş olunuz; okumaya değer; değer, çünkü bu kitap, içimizdeki şövalyeye, alperene, dervişe sesleniyor.

Kalem tutan elin, dert görmesin e mi senin Emir Bey!

Elli yıl önce, "Çiçekler"de anlatılan vakanın bir benzerine ben de şahit oldum; hâlâ yüzüm kızarır, üzülürüm.

Yer, betondu, kızcağız tahtada yapayalnızdı; öğretmenimiz ise ne olup bittiğini çok sonradan farkedebilmişti...