Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Şöyle bir algının giderek yaygınlaştığına şahit oluyorum: “Biraz fazlaca ileri gidilmiyor mu? Her gün, her sabah, her saat darbecilerle ilgili haber dinlemekten sıkıldık usandık. Acaba gerçekten bir darbe tehlikesi yaşıyor muyuz, yoksa hükümet ve emniyet güçleri, ufak-tefek olayları gereğinden fazla büyütüp dolaşımda tutarak kamuoyunu yanıltıyor mu?”

Geçenlerde yakınlarımdan birisi, “Yahu bu Ergenekoncular hakikaten çete kurmuşlar mı?” diye sorunca şaşırdım. Demek ki haberdar olmak, bir yer geçildikten sonra hiç haberdar olmamak sonucuna da çıkabiliyormuş. Tarihçiler derler ki “Napolyon ve dönemi hakkında o kadar çok yayın yapılmış, birbiriyle çelişebilen o kadar farklı tez ileri sürülmüştür ki, günün birinde tarihçiler Napolyon diye birinin yaşayıp yaşamadığından bile emin olamayacaklar.”

BÜTÜN SAHAYI GÖRMEK, ANLIK POZİSYONLARI İZLEMEK…

Öyleyse olup bitene, bir kere daha yukarılardan bakmayı deneyelim. Herhangi bir futbol maçını televizyon naklen yayını esnasında anlatan sunucu ve yorumcuların sıkça dile getirdikleri bir noktayı hatırlatalım. Derler ki: “Sizler ister istemez kameranın bakış açısına mahkûmsunuz ve sadece kameranın gösterdiği alanları görebiliyorsunuz; hâlbuki biz maçı çıplak gözle seyreden seyirciler olarak sizden daha geniş ve elbette daha hür bir bakış açısına sahibiz. Kamera genellikle topun hareket hâlindeki yerleri ekrana taşır; hâlbuki oyun sadece topun oynandığı yerden ibaret değildir.”

Bu tespit doğru. Futbol sahası 5-6 dönümlük geniş bir alan. Bu alanın tamamını gösterebilecek kameralar da yok değil ama futbol seyircisi, sadece bütün sahayı gösteren açıdan çabucak sıkılır, ayrıntıları görmek ister. O zaman şöyle bir tespit yapabiliriz: Basın, ister istemez ayrıntılarla ilgilenmek ve onları gündeme getirmek zorundadır; tarihçiler ise maç öncesi ve sonrasıyla bütün sahayı görmek ve tespitlerini sıcağı sıcağına değil, çok daha sonradan sâkin bir bakışla yapmak isterler. Tarihçinin bakış açısı, olup bitmekte olan tarihin içinde yaşayanlar bakımından câzip ve heyecanlı değildir. Onlar “ân”ı yaşadıkları için parça-bütün ilişkisini pek önemsemezler. Oysaki hadiselerin gerçek anlamı, parça-bütün ilişkilerinin sağlıklı işlenmesinden sonra netleşebilecektir.

Yayın organlarında her iki türden haber ve tahlillere yer veriliyor fakat hadiselerin “siyâk u sebâk”ı, yani öncesi ve sonrası, genel tarihî akış seyri içinde gösterdiği karakteristiklerle izah eden değerlendirmeler, ancak dar çapta bir ilgiye mazhar oluyor. Elbette bunda bazen birkaç saat aralığı ile gündeme düşen sıcak gelişmelerin üst üste gelmesinden doğan haber bombardımanının tesiri de var. Genel okuyucu ve seyirci kitlesi, vaktiyle ordu komutanlığı yapmış bir generalin evinde yapılan arama haberini, daha geniş kapsamlı bir analiz yazısına tercih edecektir.

Bir faktörü de bu tabloya ilave etmeliyiz: Dünyada ve elbette Türkiye’de “haberin altyapısı” çok gelişti. Televizyonlar pek çok gelişmeyi birkaç dakika gecikmeyle, bazen ânında canlı olarak alıcıya ulaştırabiliyorlar. Öyle ki gazete haberciliği internet ve televizyon haberciliği yanında daha şimdiden çaresiz kalmaya başladı ve haberden ziyade olup bitenin yorumunu okuyucusuna ulaştırarak varlık sebebini yaşatmaya çalışıyor.

OLAĞANÜSTÜ GÜNLER YAŞIYORUZ

Türkiye’de, başka hiçbir dönemle kıyaslanmayacak derecede çok sayıda, önemli haber cereyan etmeye başladı. “Acaba gerçekten Türkiye’de darbeciler var mı; yoksa kandırılıyor muyuz?” şeklinde şüpheye kapılan insanlara bir noktada hak verilebilir: Haberlerin niteliği, sayısı ve yoğunluğu olağanüstüdür ve bu haberler sayısı yüzlerle ifade edilen gazete, televizyon, internet sitesi ve radyo aracılığı ile ânında tüketici kitleye ulaştırılıyor ve her haber, bunu yayınlayan kuruluşun üslûbu ve yayın karakterinde işlenerek birbirinden farklı çehrelerle yayınlanıyor. Böylece aynı haber, farklı haber kanallarının aynasında birbirinden farklı suretlere bürünerek kamuoyuna ulaşıyor; böyle bir demde Türkiye’de çok sesliliğin hâkim olması güzel bir şanstır. Çok seslilik, ilk adımda kafa karışıklığına sebep oluyor gibi görünüyorsa da çok farklı kanallar aracılığı ile haberin doğruluk kontrolüne imkân vermesi bakımından faydalı ve olumludur.

Evet, biraz kafa karışıklığı elbette tabiidir. Çünkü sıradışı günler geçiriyoruz. Türkiye makas değiştiriyor. Devletin temel kurumları sorgulanıyor, dünyadaki benzerleriyle mukayese ediliyor ve her seviyede tenkide muhatap oluyor. Esas değişim, ülkemizde milletle devletin arasındaki ilişkileri belirleyen temel hukukun fiilen dönüşmekte oluşudur. Eski ve geleneksel “millet-devlet hukuku”muz, bâriz şekilde devlet ve bürokrasi ağırlıklıydı ve evvelemirde devlet cihazının, millet denilen güvenilmez topluluğa karşı kendini emniyet altına alması esasına dayanıyordu. Devletin hukukunu, milletin hukukundan daha önemli gören bu yaklaşımın gerçekten devlete yapılabilecek en büyük kötülüğü teşkil ettiği artık su yüzüne çıkmış bulunuyor. Halkına güvenmeyen, onu “tehdit ve şüpheli” listesinin başına koyan devletçi anlayış, bir kamu cihazının başına gelebilecek en büyük talihsizliktir; ne yazık ki bu tutum, sanki çok matah ve doğru bir şeymiş gibi yıllardan beri resmî ideoloji ile karıştırılarak oligarşik merkez bürokratları tarafından savunuldu.

Türkiye bu defa hakikaten (küçük harflerle de yazılabilen) bir cumhuriyet hâline geliyor, yani halkın yönetimi. Bizim büyük harflerle yazdığımız Cumhuriyet, halkın yönetiminden çok halk adına halkı yönetme üstünlüğünü kimselerle bölüşmeye yanaşmayan bir avuç bürokratın rejimi oldu; bu bürokratlar halk temsilcilerini aşağılayıp kendi zümre dayanışmasını güçlendiren “kanuni” yapılanmalarla iktidarlarını sürdürmek için didiniyorlar. Küçük harflerle yazılabilen cumhuriyet yaklaşımı ise millî irâdenin üstünlüğünü, yüksek bürokratlar da dâhil “herkes”in kanunlar önünde eşitliğini ve iktidarların ancak seçimlerle değiştirebileceğini öngörüyor.

Bildiğimiz ama uygulamasına pek az şahit olduğumuz şeyler bunlar.

CUMHURİYETİ KÜÇÜK HARFLERLE DE YAZABİLMEK...

Cumhuriyetin küçük harflerle yazılabilmesinin anlamı şöyle: Cumhuriyeti, sözlükteki kavram karşılığı ile algılayıp öyle bir cumhuriyeti özlemek. Büyük harflerle yazılan Cumhuriyet ise, 1923’ten başlayıp bugüne kadar sürdüregeldiğimiz arızalı ve abartılı rejimi hatırlatır; o rejim, “siviller işi berbat ederse gelip askerler düzeltir ve darbe meşru olur” zihniyetindeki adamların egemenliğine hoşgörüyle bakan bir idare tarzıdır. Gerektiğinde kanun adamlarının, hukukçuların, polisin, askerin örtülü veya açık diktasını hoşgörüyle karşılarken milletin iradesine tahammül edemez. Hiçbir zümrenin değil, sadece “Hukukun üstünlüğü” ilkesinin egemenliğinden korku duyar.

Olup bitmekte olan kısaca bu büyük değişim ve dönüşümün işaretleridir ve değişim tabiatı gereği yüksek ateş, hızlı nabız ve yüksek tansiyon belirtileri gösteriyor.

Geçecektir; bünyemiz sağlam; hukukun üstünlüğü kazanacak, gerçek mânâda yüksek cumhuriyet idealleri kazanacak bu kavgayı.