Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Sevgili arkadaşım Peter,<br />

<br />

Bugün Türkiye'ye gelişimin ilk yılı doldu. Artık Türkçe'yi epey söktüm sayılır;

sokak Türkçesi'ni ilk üç ayda çat—pat öğrenmiştim ama şimdi gazete okuyabilecek, televizyonda konuşulanları tam olmasa bile anlayabilecek duruma geldim. Senin de Türkçe çalıştığını bildiğim için ortaklaşa pratik yapmak amacıyla mektubumu Türk diliyle kaleme alıyorum; böylesi daha iyi çünkü öyle olgular var ki İngilizce yazıldığında anlamını kaybediveriyor. Yine de anlayamadığın yerlerin altını çiz; dönüşte açıklamaya çalışırım.

Önce bir siyaset bilimi öğrencisi olarak anlayabildiğim kadarıyla Türkiye'nin siyasi pratiğini özetlemek istiyorum.

Türkiye demokratik bir ülke; daha doğrusu Anayasasında öyle yazıyor. Görünüşte ise öyle olduğunu gösteren kurumlar da yok değil; meselâ parlamento çalışıyor, seçimler muntazaman yenileniyor, siyasi partiler faaliyette, basın hayatı hür ve işlek; sendikalar, dernekler vs. hemen hepsi mevcut ama bir tuhaflık var; burada siyasi partiler sanki borsa simsarı gibi davranıyorlar. Müşterilerine saygıda kusur etmiyor ama piyasada bildiklerini okuyorlar. Çok partili hayatın başlangıcı aslında hiç de yeni değil. 1909'lara kadar uzanıyor. Hatta inanmayacaksın belki Cumhuriyet'in kurulduğu o sancılı günlere kadar devam etmiş çok partili uygulama. Cumhuriyetle beraber tek parti başlıyor; iki deneme var ama tek parti izin vermiyor. Tâ 1950'ye kadar. Bu arada sana o "Tek Parti"nin son seçimde baraj altında kaldığını da hatırlatmalıyım; Türkiye'de % 10'dan daha az oy alan partiyi adamdan saymıyorlar; sistem öyle!

Sonra on yılda bir tekrarlanan askeri müdahaleler. Türkler ordularını seviyorlar, hatta politikacılar bile bayılıyorlar ordularına. Bu yüzden demokratik hayata müdahale ordunun prestijini düşürmüyor, aksine artırıyor; ilginç paradoks değil mi? Bu ayrıntıyı anlamayacağından eminim ama yine de anlatmaya çalışacağım; Türkiye'de aslında bir tane siyasi parti var; o da devlet. Hiç seçime girmediği halde bütün seçimlerden galip çıkıyor ve daima iktidarda kalıyor; işin güzel yanı seçim kazanan partiler bile bu yazısız kuralı işletmekten gurur duyuyorlar.

Türkiye'de laikliğin çok enteresan bir uygulamaya konu teşkil ettiğini söylemeliyim; bir kere devlet laiklik konusunda çok hassas. Bundan üç sene önce Ordu, gericiliği ülkenin bir numaralı düşmanı olarak ilan etti. O esnada hükümetin büyük ortağı durumundaki parti, kendisine yönelen açık eleştiriyi duymazdan geldi (Sana bu partinin hikâyesini de uzun uzun anlatmalıyım ama bu mektuba sığmaz). Ama bu pişkinlik birşeye yaramadı; kısa süre içinde hükümetten çekilmek zorunda kaldılar. Ardından Anayasa Mahkemesi bu partiyi kapattı. Parti kapatılmadan bir başka versiyonu kurulmuştu bile. Yüksek mahkeme şimdi de bu partiyi kapatılma talebiyle yargılıyor. Bu dava sürerken Ordu, geçenlerde bu partiyi ağır dille eleştirdi. İnanır mısın, o partinin kurmayları bile bu eleştiriyi doğru dürüst cevaplandıramadılar; "biz değiliz, başkası konuştu" filan gibi şeyler gevelediler ama asıl inanamayacağın şey, diğer siyasi partilerin bu sert eleştiri karşısında tamamen pasif bir tavır takınmaları oldu. Hatta iktidarın ikinci ortağı olan partinin genel başkanı, "Bu, ordu ile filan parti arasındaki özel bir meseledir; sakın biz karışmayalım; bizi ilgilendirmez" yollu bir demeç bile verdi. Düşünebiliyor musun Peter, kimse bu problemi bir rejim aksaklığı, hatta güçler arasındaki centilmenlik anlaşmasının ihlâli olarak görmedi; konu hakkında çekimser, hatta ilgisiz kalmayı "siyaset" olarak seçtiler.

Laiklik diyordum; anayasada laiklikten kavram olarak bahsediliyor ama yine inanmayacaksın Türkiye'de kimse laikliğin tarifini bilmiyor; bu konudaki anlam kargaşasını görsen dehşete kapılırsın. Meselâ devlet laik ama devlet okullarında din eğitimi hâlâ sürüyor. Müslümanların toplu halde ibâdet etmelerine yarayan câmileri ise devlet memurları işletiyor... Nasıl, sıradışı bir buluş değil mi?

Türkiye'de siyasi hayattan bahsetmek de, onu anlamaya çalışmak da bir süre sonra sıkıcı geliyor; sıradışı ama sıkıcı. Türkler bu günlerde Avrupa Birliği'ni konuşuyorlar. Görünüşe göre başta devlet olmak üzere herkes bu fikre taraftar; hatta bu yüzden ülkeyi onbeş yıldır kana bulayan terör örgütünün başını bile idam etmekten vazgeçebildiler ama AB'nin hukuk ve siyasi haklar kriterlerini Türkiye'ye taşımak konusunda devletin hissedilir bir tereddüdü var. Hem AB'ye girmek, hem kendileri gibi kalmak istiyorlar. Bu konuda başlıca argümanları "Türkiye'nin kendine has özel şartları var" cümlesi; düşünsene, hangi ülkenin kendine has özel şartları yok ki?

Gelelim basın dünyasına; görünüşte Türkiye'de çoğulcu bir basın hayatı var gibi görünüyor ancak devlet üzerinde etkili olan veya bu intibaı uyandıran önemli bir grup, bu çoğulculuk intibaını önemli ölçüde zedeliyor; bu grup Türkiye'de biraz da belirgin bir imâ ile "bir kısım medya" olarak isimlendiriliyor. Bu grupla iktidar arasında ilginç bir ittifak var; iktidar bu grubu gizli ve açık tarzda destekliyor, tabii onlar da iktidarı. İktidarın daha doğrusu devletle bütünleşmiş iktidarın zaman zaman değişen niteliği bu ittifakı zedelemiyor. Bu yüzden Türkiye'de siyasi muhalefet çoğu kere görüntüden ibaret kalabiliyor.

Türkiye tartışmaktan, daha doğrusu dedikodu etmekten büyük zevk alıyor; bu yüzden Türkiye'nin gündemi anlamlı aralıklarla sık sık değişiyor ve bu işlemde o "bir kısım medya"nın büyük etkisi oluyor. Mesela Türkiye bir ay kadar önce o meşhur terörcünün idamını konuşuyordu; hatta yakın vakte kadar devlet tarafından desteklenen şehit aileleri bu konuda devlet başkanını bile makamında baskı altına alacak kadar etkiliydiler. Tabii bu Türklerin deyimiyle tam bir "aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık" durumuydu fakat bir anda gündem değişiverdi ve Türkiye, o güne kadar kamuoyunu pek ilgilendirmeyen yeni bir terör örgütünün eylemiyle tanıştı ve derinden sarsıldı. İngilizce'ye "tanrının partisi" diye çevirebileceğimiz bir örgüt birkaç saat içinde deşifre oldu. Şimdi bir aydır Türkiye bu örgütü ve onun bugüne kadar dikkat çekmeden sürdürebildiği vahşi cinayetleri tartışıyor. Yeni gündem konusu yakında piyasaya çıktığında onu da haber veririm sana.

Sana Türkiye'nin şimdiki devlet başkanının 40 yıldan beri siyasi aktivitesini sürdürdüğünü söylemiş miydim? İnanılmaz bir adam. Bugünlerde devlet başkanlığı görevini on yıl daha uzatmayı mümkün kılabilecek bir siyasi projenin hazırlığı kotarılıyor. Bu işte kendisine en büyük desteği ise, 70'li yıllardaki en büyük siyasi rakibi veriyor; o şimdi başbakan ve onun da politik kariyeri kırk yılı doldurdu. Geçenlerde ikisini yanyana gösteren bir haber görüntüsü seyrettim; başbakan, devlet başkanının bir adım gerisinde saygılı bir vücut diliyle yürüyordu. Gerçi Türkler bu yakınlaşmanın politik bir atraksiyon olduğunu ileri sürüyorlar ama bana hiç de öyle görünmedi. Eğer bir sistem arızası çıkmazsa sana Türkiye'nin yeni devlet başkanının ismini Mayıs ayında bildirebileceğimi umuyorum; doğrusu bir yabancı gözlemci için çok meraklı bir entrika bu!

Eminim ki kafan karmakarışık oldu ve buralarda sistemin nasıl işlediğini pek anlayamadın; ben de pek anlayabildiğimi söyleyemem. Daha güzeli Türklerin de bu yargıyı paylaşmaları. Benim için Türkiye'de politik hayatı izlemek çok zevkli ve öğretici; Türkler için aynı derecede eğlenceli olup olmadığını bilmiyorum ama kesinlikle bildiğim şey var; politik sistemin o "alla turca" görüntüsünde, seçmen ve fert olarak Türklerin katkısı da görmezden gelinemez.

Sevgili Peter, belki bu benzetmeyi pek alışılmış bulacaksın ama Türkiye gerçekten inanılmaz bir ülke ve herşeyi bir mektuba sığdırabilmek çok zor. Her halde burada yaşamanın ne kadar kahırlı, ne kadar zevkli, ne kadar heyecan verici, ne kadar ürkütücü olduğunu sana hissettirebilmiş olduğumu sanıyorum.

Sevgi ve dostlukla,

David