Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ben vaktiyle böyle birkaç adam tanıdım; belki sizler de tesadüf etmişsinizdir.

İnsanlar kabaca ikiye ayrılabilir; hayata doğuştan borçlu olanlar, hayattan alacaklı doğanlar; bunlar ikinci zümreye mensuptur. Doğdukları andan itibaren zihinlerindeki ‘alacak’ numaratörü çalışmaya başlar. Yaşadıkları her dakika alacaklarını artırır ve borçluların listesini genişletir.

Onlar sıradışı insanlar olduklarına inanırlar; bu hususta biraz otokritik kaygusuna düşerek tereddüd geçirenler, etraflarındaki hayran kitleleri tarafından kolayca ikna edilirler; onlar bilimde, sanatta, politikada, güvenilirlikte, bürokratlıkta, fikir üretmekte özene bezene halkedilmiş müstesna insanlardır. Herkes gibi olamaz, herkesin tabi kaldığı şartlara mâruz bırakılamazlar. Onlara sıradışı muamele uygulamak ‘kayırmacılık’ değil, bilakis adâletin ta kendisidir. Eşitlik sıradan insanlar içindir ve bütün sıradan insanların aynı kategori içinde eşit sayılmalarında hiçbir mahzur yoktur. ‘Alacaklılar’ ise müstesnâ varlıklardır ve her türlü imtiyazı, doğuştan hak etmişledir. Bu gibilerin dünyaya gelmesi bile yeterince ‘borç doğuran bir işlem’dir.

Hayattan, her şeyden ve herkesten alacaklı doğanlar için tatminkârlık diye bir mefhum söz konusu olamaz. Hangi mevkide bulunsalar, hemen o dakikada bir üst mevkie geçmek için şaşırtıcı bir sür’atle liyakat kesbederler; bazen hiyerarşik basamakları sırayla çıkmaları bile gerekmez; üçer-beşer atlayarak tırmansalar da haktır ve böyle birisini hızlı terfi ettirmek, ona karşı borcumuzu ödediğimiz anlamına gelmez; tam aksine borçlarımızın ve sorumluluğumuzun sınırlarını genişletir ve bizi ona karşı daha fazla bağımlı kılar.

Tatminkârlık hissini tanımadıkları için onlar her zaman mutsuz, biraz gergin ve kırgın bir tabiatta olurlar. Taşkın bir dehânın, seller gibi cevelân eden kabiliyetlerin kendine uygun ve lâyık bir mecrâ bulup akamaması, dehânın mahfazasını incitir, beynin cidarlarını tahriş eder ve bu gibi hâller dehâ sahibinde hüzün, can sıkıntısı, vakitsiz ve sebepsiz elemler, normal insanlara dehâ belirtisi gibi görünen derin dalgınlıklar veya tam aksine azgın hiperaktivite şeklinde tezahür edebilir. Dehâ sahibi müstesnalardan yüzde 92’sinin ülser veya midede asit fazlalığına bağlı hastalıklardan muzdarip olması, bedihi bir gerçekliktir ve bu rahatsızlığın tedavisi diye bir kavram yoktur. Onlar asla yatışmaz, sâkinleşmez ve durgunlaşmazlar.

O yüzden mutsuz insanlardır; insan ilişkilerine hem ihtiyaç duyar, hem de çabucak bıkıverirler. Onların çevresinde bulunanlar veya birlikte yaşamak zorunda kalanlar bu gibi dengesizlikleri soğurmayı, sabırlı ve mütehammil olmayı öğrenmek zorundadırlar.

Dehâya uyum göstermeyen etiketlenir ve uzaklaştırılır; onlar en hafifinden aptallardır; beceriksiz, bön, kabiliyetsiz ve bu gibi sıfatlara müteradif teşkil edecek sair kelimelerle anılması gereken kişilerdir. Bu kişiler, kendilerinde garip ve gülünç bir benlik davasına kapılarak, ‘o dehâ ise ben de normal bir insanım; benim de ciddiye alınmaya, saygı görmeye hakkım olmalı’ diye düşünürler ve işte tam da bu esnada kaybederler.

Hayat, dehâ sahibi için ne kadar sıkıcı ve rutin bir süreç ise, etrafındakiler için çok daha azaplı ve çekilmez bir surette tezahür edecektir.

Kabiliyetli insanlardır; çok dil, çok sanat, çok bilim, çok hüner sahibi olmakla haklı olarak övünürler; ilgi alanları şaşırtıcı derecede geniştir ve bütün ilgi alanlarında çok kısa zamanda dehâ çapında eser vermek, onlar için problem teşkil etmez. Sağ elleriyle Latince bir şiir yazarken, sol elde tuttukları kemanda Şehnaz makamında bir taksim icra edebilirler; aynı esnada dehâ sahibi, beyninin yarısıyla bir yüksek matematik probleminin isbatı üzerinde etüd yaparken öteki yarısıyla Şark klasiklerinde hızlı bir tematik araştırma sürdürmektedir.

Parayla araları hoş değildir; yaptıkları herhangi bir şeyin parayla ölçülmeye kalkışılması onları sinirlendirir ve meblağ ne olursa olsun, genellikle teklif sahibinin bir yük hayvanına benzetilmesiyle sonuçlanır; paraya değer vermezler ve mütemadiyen paraya ihtiyaç duyarlar. Yapmaları ve gerçekleştirilmeleri gereken büyük projeler için acilen para bulunmalı ve bu paranın hesabı asla sorulmamalıdır. Parayla ilişkileri, sıradan ahlâki normların çok üstünde, çok başka ve mânidar bir anlam katında değerlendirildiğinde anlaşılabilir. Herkesten ve her şeyden nihâyetsiz derecede alacaklı birinin para kavramını değerlendirmesi, elbette sıradan ahlâki değer yargılarıyla anlaşılamaz.

Yüksek derecede özgüven sahibi olmakla tanınırlar; özgüven kavramı, aynen para için olduğu gibi onlarda ölçülendirilemez; herhangi bir alanda başarılı olmak onlar için kabiliyet değil sadece bir boş vakit meselesidir. Her şeye karşı yüksek derecede kabiliyeti bulunan insanların temel problemi, yapılacak işin mahiyet ve tabiatındaki güçlük değil, sadece o işin halli için gerekli zamanı, ehemm-mühimm sıralaması içinde uygun bir yere yerleştirebilmekten ibarettir.

İnsani ilişkilerde başarısız görünmeleri, onların kabahati sayılmaz; bilakis –eğer öyle saymak lâzım gelirse– bu kabahati, sıradan insanların sıradan mantık örgüsü çerçevesinde geliştirdikleri sıradan ahlâki standartlarda aramak daha doğru olur: Akrabalık, arkadaşlık, dostluk, babalık, annelik, kadirşinaslık, vefadarlık, hayat arkadaşlığı gibi sıradan insâni yakınlık numunelerindeki performanslarının genellikle hayal kırıklığı ile neticelenmesi kolayca öngörülebilecek bir dehâ ârâzıdır.

Yalnız ve anlaşılması son derece güç insanlardır. Sadece kendileriyle gerçek mânâda diyalog kurabildikleri için, sıradan insanlarla kurdukları lisânî ve insânî temaslar çoğu kere anlamsızlık katında tezahür gösterebilir.

Her yaşlarında birer yetim-i akrandır onlar; yalnızlıkları, kendi dehâ ve kabiliyetlerine denk bir başka dehâ ve kabiliyetin refakatiyle bile giderilemez; bu gibi hâllerde insan tabiatında gizli o süflî rekabet hissi devreye girer, anlaşmazlık en tabii netice olarak belirir.

Sıradan insan cemiyetleri, dehâlara göre tanzim edilmediği için, dehânın toplumdan ve her şeyden tabii hakkı olan alacaklılık hâli, genellikle hiçbir zaman lâyık-ı vechile karşılanamaz ve dehâ, zâti borçlarını dehâya karşı ödememekte direnen bu mânâsız gürûha karşı düşmanlaşacak ve zamanla onu yok sayacaktır. Bu hâllerde dehâ, genellikle rövanşist, yani intikamcı duyguların sevk-i tabiisi ile cemiyeti, kendi arzularına lâyık-ı vechile hizmet edecek şekilde onu yeni baştan tasarlamayı nefsinde tabii bir hak görür. Bu raddelerde dehânın aşırı ve radikal çözümler geliştirmesi çok rastlanan bir hâldir. Dehâ için cemiyet, ona karşı ahlâki bir sorumluluk duymamız gereken bir obje değil, bir madde yığınıdır.

Dehâ demokrasiden nefret eder, çünkü onu –kendince haklı ve yukarda izah ettiğimiz sebeplerle- düşkün ve zayıf sınıfların ayakta kalma ve hayata süflice tutunma ideolojisi olarak değerlendirmektedir. Bu konuyu yeterince izah edebilmek için dehâ sahibi bir insanın, şu günlerde pek gündemde olan ‘darbe teşebbüsleri’ ile ilgili değerlendirmesini okumak, aydınlatıcı olabilir:

“-Peki ya şu darbeyle ilgili fikirleriniz?

-Orada mesele şu: Ortada bir sorun var ve bu sorun da normal yollardan çözülemiyor. Bu şuna benziyor: Sen dahiliyecisin, adama müdahale etmeye çalışıyorsun ve en sonunda tıkanıyorsun. Cerrah arkadaşını çağırıyorsun, kes şunu diyorsun. Hoş bir şey değil kesinlikle; hiç kimse istemez bıçak altına yatmayı ve her ameliyat bir risktir ama kaçınılmaz oluyor bazen. Feci bir şeydir bir adamın bacağını kesmek, ama ne yapacaksın, hayatını kurtarmak için, mecburum diyorsun.”

Başka bir hayat boyutuna ait oldukları hâlde, yeryüzüne yanlışlıkla düşmüş birer melek gibi, sıradan insanların kısıtlı dünyasında yaşamaya mecbur kalmış bu insanlara karşı temel görevimiz, –esasen borcumuzu hiçbir vechile ödememize imkân bulunmadığı için– onların aşırılıklarına anlayışla tahammül edip, sayılarının artmaması için duadan ibarettir.