Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Sevan Nişanyan'ın "mütayitlik hevesi", hatta inadı yüzünden mahkemelere düştüğünden, hapis cezası aldığından ama bir türlü uslanmadığından bahsediyorduk da söz yarıda kalmıştı.

Batı dillerinde "Dilettante" diye bir kavram var; Türkçede nasıl karşılanır bilmiyorum (aslında biliyorum ama hava atmak, düşünür gibi görünmek hoşuma gidiyor); dilettante... nasıl derler azizim, sırf eğlence olsun diye belirgin bir mevzuu ile ilgilenen kimseye deniliyor; hevesli, meraklı, amatör derecede ilgili ama amatörden biraz fazla gibi sanki (Hani bizde on-onbeş sene buz gibi doktorluk yapıp da sonradan yakayı ele veren sahteciler vardır ya, onlar gibi bir şey); fakat bunca anlama bir şey daha ilâve edilmezse mânâ eksik kalıyor; efendim dilettante, çok meraklı ve ilgili olmasına rağmen ustalıkta satıhta kalan ve bu yüzden kendine ve etrafa karşı potansiyel tehlike arzeden bir amatör oluyor.

Tam da Sevan Nişanyan'ın mütayitliği gibi... diyecektim ama diyemiyorum; çünkü Nişanyan'ın tabii malzeme ile dağbaşındaki köylerden birine nasıl eski görünümlü evler yaptırdığı hakkında en ufak bir bilgim yok. Görmedim; sadece duyduklarıma istinaden konuşuyorum. Dolayısıyla şimdi ben bu Sevan Nişanyan'a dönüp, "Kardeşim, mütayitlikten, dülgerlikten, taş duvar işçiliğinden, inşaatçılıktan başka amatör meşgale bulamadın mı, senin gibi okumuş yazmış bir adama yakışıyor mu?" demek istiyorum ama bilmem nedendir lâf boğazımda dokuz düğüm oluyor, kendimi ne kadar zorlasam da, müzik hayatının ilk saatlerini idrak eden acemi horozların çıkardığı sesleri andıran "kem-küm" notaları çıkarabiliyorum ancak.

Diyemiyorum çünkü, bizim oralarda bir lâf vardır bu gibi durumlarda kullanılan: "Birbirinden yüzü kara yavrularım" denir ve genellikle aynı hatayı paylaşan, aynı tip hatada buluşan suç ortaklarını imâ için kullanılır.

Evet, diyemiyorum çünkü ben de bir dilettante kıvamında bir amatör mütayit heveskârıyım; inşaat işlerine, daha doğrusu bilumum imalât süreçlerine "meclûbiyet" derecede zaafım vardır, ustaları zenaat icra ederken seyretmeye ve tam da bu esnada ustaya, "Sanki bu işi senden daha iyi yaparmışım gibi bir his var içimde" demeye bayılırım; söz buraya gelmişken bu hissin hiç de aslı astarı olmayan bir duygu sağanağı olmadığını hatırlatmak isterim. Elim işe yatkındır fakat mesai arkadaşlarım biraz fazlaca kirli çalıştığımı söylüyorlar ve elbette ki çekemedikleri için böyle konuşuyorlar. Sanat dilinde bu halimin tercümesi şöyledir: "Adamın sanatkârlığı iyi fakat zenaatkârlık tarafı zayıf" derler; tam beni tarif etmiş oluyorlar böylece. Yüksek kompozisyon gücü bakımından bir dehâ, insanlık tarihinde az rastlanan bir harikuladeyi düşünün; fakat bu mucizevi şahsiyet diyelim ki resim yaparken duvarı da berbad ediyor, halıyı da kirletiyor.

"Yüksek bir sanat eseri yanında sözü mü olur halının, duvarın yahu" dersiniz elbette ama aile ortamı içinde öyle olmuyor pek; dramatik sonuçlar ortaya çıkıyor, sanatın aleyhine oluyor; ilham perileri inciniyor...

E, neticede sanatçılar nâzik ruhlu, coşkun yaradılışlı insanlardır, gücenirler; yahni yaparken soğanı sarmısağı hesaplamayı da sevmezler pek...


Konudan uzaklaşmayalım lütfen; teşekkür ediyorum! Evet, ben de bir amatör mütayit sayılırım diyordum ve geçen hafta size bu konuda bir hikâye anlatacağıma söz vermiştim, fakat ne görüyorum, şu an itibarıyla 3500 vuruşa gelmiş durumdayım; oysa ki, hafta sonu eklerinin engizitör yöneticisi Abdullah Kılıç, yazılarda behemahal 5 bin vuruşu geçmemem konusunda bana sebebini tam olarak anlayamadığım bir baskı uyguluyor ve zaten şu anda 4 bine doğru yaklaşıyor, başka bir ifadeyle konuştukça batıyorum. Abdullah Kılıç bunu niçin yapıyor bilmiyorum; ben serbest çağrışımla çalışan bir yazarım ve çoğu kere konuya yaklaşmak için sekiz-on bin vuruş civarında ön gevezelik temrini yapmam gerekebiliyor...


Nitekim o da ne? Aa; konuyla ilgili bir gazete haberi görüyorum şu anda.

İstanbul Cihangir'de bir apartman inşaatına başlanırken mütayit sevimsiz bir ayrıntı ile karşılaşıyor: Arsanın ortasında Osmanlılardan kalma bir hamam ve su sarnıcı var. Nasıl oluyorsa inşaatın etrafı tahta levhalarla çevrildikten bir süre sonra hamamdan geriye kalanların yanlışlıkla yıkıldığı anlaşılıyor. Vah vah... Su sarnıcı kalıntısı ise çelik çemberlerle emniyete alınarak dört katlı bodrum katlarının üç katından aşağıdan yukarıya uzanan bir asansör boşluğu veya merdiven aralığı gibi uzanıyor. Taraf gazetesinden Fuat Alkaç'ın haberine göre hakkında defalarca suç duyurusunda bulunulan inşaat bitmek üzeredir ve bölge 17 seneden beri sit alanıdır. Haberin fotoğrafı da var; ortasındaki zurna gibi kuyu sarnıcıyla yeldeğirmeni gibi bir şeye benzemiş bina...


Konuya şöyle bir ilgisi var efendim. Dilettante mütayit Sevan Nişanyan'ın da sit alanı içinde inşaat yapmak gibi bir durumu var yanlış hatırlamıyorsam. Sit kelimesi Türkçede teknik açıdan ne anlama geliyor, bunun tarifi uzun fakat pratikte "belâ" anlamına geliyor ve "sit" kavramına bir kere olsun dokunmuş olanlarımız bunu gayet iyi biliyor ve yaşıyorlar. Geçenlerde ben de bir nümûnesiyle karşılaştım çünkü.

Sekizinci sınıf, hiç tarihî özelliği olmayan beton-çöplük karışımı şahsiyetsiz dümdüz bir bina; üstelik vaziyet planı zurnayı andıran bir yer. Satılıkmış, "Ne kadar" dedik? "300 bin" dediler; "Niye ucuzküne?"'diye saf saf sorduk çünkü Boğaz'a 150 metre civarda ara sokakta bir yer burası... Sorduğumuz adam güldü, dedi ki, "300 bin bir şey değil; asıl iş aldıktan sonra başlayacak, tadilat projesi yaptıracaksın, buralar sit alanı, kurullardan geçecek proje; çok işi var, hayli zaman alır; bu esnada paraya acımayacaksın, normal bir vadede işi bitirmek istersen rüşvet vermeye de hazırlanman lazım ayrıca..."


Sâkin olunuz; binayı değil almak, müşteri bile olmadım, dolayısıyla okumuş-yazmış entel teknik adam ve kurul üyelerinin rüşvet alıp almadıkları konusunu tamamen bühtan ve iftira olarak kabul ediyor ve asıl meseleye geliyorum efendim...

Aa, 6000 vuruş dolmuş bile.

Anladınız; asıl hikâye yine haftaya kaldı...