Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bana, "artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; yeni bir dönem başlıyor" dedirten sarsıcı hadise Susurluk filan değildi, 17 Ağustos depremiydi. Bir sene geçmeden depremle ilgili her şey eski üslûp ve âhengine bürününce, kamu düzenimizi hiçbir şokun ıslah edemeyeceğine kanaat getirdim.

O büyük yıkımın altında sadece insanlar kalmadı, kamu düzeni ve bizatihi "devlet" de enkaz altında kaldı. Felâkete uğradık ama icabını yerine getirmedik.

Yeri gelince kıdemi ve derinliği ile övündüğümüz o devlet geleneğini, niçin Türkiye Cumhuriyeti gibi modern bir yapılanma esnasında hayata geçiremediğimiz uzun uzadıya sorgulanmalıdır. Hangi temel kurumu ele alsanız dökülüyor; işte şimdi bültenlere düşen bir haber: Ağrı'da aralarında tabib ve eczacıların da bulunduğu bilmem kaç kişi, aralarında örgütlenerek külliyetli miktarda yolsuzluk yapmışlar; iddia böyle. Bu kaçıncı vakadır ki tedbiri bulunamamıştır? Defalarca tekerrür eden bir yolsuzluk şablonudur bu. Akıbetleri ne olur bilmem; galib ihtimâl uzman bilirkişi ve yargı sürecinde zamanla unutulur, pörsüyüp gider. Devletin en büyük ilâç tüketicisi olduğu bir fiili durumu sosyal devletin icabı ile te'lif etmeyi bir türlü başaramıyoruz. Yolsuzluğa adı karışanların bir kısmı devlet görevlisi, soruşturanlar da öyle ve genellikle bu gibi hallerde netice alınamıyor. Kurum dayanışması, mesleki dayanışma vesaire, uzun ve etkisiz mahkeme safahatı derken soruşturmalar lâçkalaşıyor, devlete duyulması gereken güven köreliyor.

En çok güvenilen kurum anketlerinde birinci gelen orduda bile durum pek farklı değil. Bursa'da İl Jandarma Komutanı'nın da adının karıştığı hadise münferit sayılabilir mi? "İnsan faktörüdür, böyle şeyler olur; önemli olan soruşturma neticesinde haklıyı haksızdan ayıracak dirayeti göstermektir" mütalâası ile geçiştirilecek gibi değil: Olumsuzluk bizatihi ordunun kendisinden kaynaklanmıyor, bütün kamu kurumlarına bulaşan zaaftan ordu da payını alıyor. Kolay değil, ordu, yirmi küsur seneden beri Güneydoğu'da doğru dürüst adı konulamamış, sınırları belirsiz ve nizami harp mantığının işe yaramadığı bir mücadelenin içindedir ve bu gibi berelenmelere uğraması kaçınılmaz bir haldir. Bir siyasi kriz olarak Güneydoğu meselesinin -neredeyse- sürüncemede kalmış gibi görünmesi bile başlı başına bir "devlet aklı" zaafı teşkil ediyor.

YÖK'ün Milli Eğitim Bakanlığı'na, öğretmen adaylarına pedagojik formasyon kursu düzenlemeye hakkı olmadığına dair son itirazından haberiniz var mı bilmiyorum. Bu mantığın bir adım sonrası, Bakanlığın bizatihi YÖK tarafından yönetilmesi veya düpedüz YÖK'e bağlanması olacak galiba. İki esaslı devlet kurumu arasındaki yetki ihtilafının bu derece muğlak tarzda tecellisi inanılır gibi değil.

Yargının durumu mâlum; neredeyse kurumu yeniden inşâyı gerektirecek ölçüde bir devlet zaafı söz konusu. Meseleyi, bakan ve müsteşarının HSYK'dan çıkarılmasından ibaret gören mantıkta üstünkörülük var ama işaret etmeye çalıştığımız devlet zaafına atıf yok.

Zâhirde devletin gereğinden fazla sahibi varmış gibi görünüyor; halbuki devlet adına en sert lâf edenler meyânında işbu devlet zaafının varlığına ve nasıl aşılabileceğine dair bir vizyon görünmüyor. Devletin çağdaşlığını temin etmek, anayasanın dibâcesine parlak sözler yazmakla sağlanamıyor. Kuruluşundan bu yana devlet elitlerinin temel dâvâsı, daha işin başında geri ve ekseriyetle mürtecî olduğu varsayılan ahalinin çağdaşlaştırılması idi. Çağdaş devlet, idealar âleminde gezinip duran bir hayâl-i muhâl değil ki, yaşayan onlarca örneği var. İşin başında devleti ve devlet elitlerini mürebbî, ahaliyi ise ıslaha muhtaç bir şüpheliler topluluğu farz etmek bize pahalıya mal oluyor.

Günün birinde bir uluslararası kuruluş böyle örnekleri sıralayıp, "siz devlet cihazı kurup işletmeye ehil değilsiniz" ithamında bulunursa...