Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

"Bana beyefendi diyemezsin; sayın valim diyeceksin" cümlesini hatırlıyorsunuz değil mi? "Sayın vali" velev ki baştan sona haklı olsun, bürokrasideki kartvizitini öyle bir heybet ve öfkeyle seslendiriyor ki dağlar dayanmaz; nerde kaldı ki ona, akademik hiyerarşide zurnanın son deliği mevkiindeki bir yardımcı doçent mukavemet edebilsin?

Hayır, burası, yer ve zihni iklim itibariyle XVII. yüzyıl İngilteresi'nin son çeyreğinde, "Kral'ın ilâhi hakları"nı savunan Monarşistlere karşı "Tabii haklar"ı telaffuza çalışan Liberallerin cılız seslerle itiraza yeltendiği bir zihni iklim değil; XXI. asır başlarının Cumhuriyet Türkiyesi. Hadise bir panelde veya konferansta cereyan ediyor: "Sayın vali", kürsüde dile getirilen görüşleri beğenmez ve... Hani bir de Düzce depreminin ertesi günlerinde, dili biraz uzunca bir genç kızın konuşma tarzını beğenmediği için onu hafif tertib bir tokatla te'dib eden bir "Sayın vali"miz daha vardı; hatırlar mısınız? Hani genç kız bilahare dava açmıştı da devletin koca "Sayın vali"sini manevi tazminat ödemeye mahkum ettirmişti!

Geçenlerde yine buna benzer bir hadise oldu. Karadeniz illerinden birinde bir kaymakam, bölgede uygulanması sözkonusu olan "toprak reformu" hakkında bilgi vermek üzere köy kahvesinde "kaza erkânı" ile bir toplantı tertib ediyor. Köylülerden biri, "Yahu bunlar bizim bağımızı bahçemizi elimizden mi alacaklar?" diye ikirciklenince bir başka köylü vatandaş, "Öyle değil arkadaşlar, bunlar emir kulu; merkezin dediklerini anlatıyorlar" mânâsına "Ankara'nın kuklaları, piyonlar" deyince mehâbet—i devlet şahlanıveriyor. Erkâna dahil Jandarma komutanı, "Alın bunu" diyor. Bu arada Kaymakam köylünün yanına geliyor, "Ne demek piyon, nasıl konuşuyorsun" diye tersledikten sonra içime kıymık gibi batan o cümleyi sarfediyor, ses tonundaki mütehakkim ve aşağılayıcı tavrı siz tahayyül ediniz: "Necisin sen bakayım, ne iş yaparsın?"

Sonra hadiseyi kamerasıyla zapta geçiren muhabiri farkediyor, "Ne yapıyorsun sen, neyi çekiyorsun? Burada özel bir şey konuşuyoruz", görüntü, "devlet"in kazadaki en yüksek mülki âmirinin eliyle kapanıyor. Hatiften Kaymakam'ın sesini duyuyoruz, "Kimdir bu, ne muhabiridir?"

Yirmi yıl önce cereyan etmiş bir başka sahne; Mahkeme salonu. Yaşlı bir hanım; pek öyle okuma—yazması olmayan, gariban bir şey. Hâkim, yaşlı hanımın beklediği kararın aksine bir hüküm verince kadın, davasını Allah'a havale ettiği mânâsında bir cümle söylüyor. Hâkim kızıyor,

—Mahkemenin mehâbetini ihlâlden tevkifine!

Avukatlar, zabıt kâtipleri ve sözü geçer diğer bazı şahıslar araya giriyor, hâkimi yumuşatıyorlar. Kadıncağız tutuklanmaktan son anda kurtuluyor. Sizlerin kimbilir, şu hadiselere ilave edebileceğiniz niceleri vardır. İtiraf etmek gerekirse devlet kapısına işim düştüğünde "Ya Rabbi beni zulme uğrayanlardan ve zulmedenlerden eyleme" duasını okumadan yola çıkmıyorum. Mesele, mevzuat hazretlerinin vatandaşı adam yerine koymayışından, devletçi seçkinlerin "halktan korunmak" içgüdüsünden kaynaklanmıyor tamamen; bir de en rütbesiz devlet memurunun "vazife ve selahiyet" yorumundan çıkardığı, zâta mahsus şahsî keyfîlikleri veya keyifsizliği ile karşılaşıp aşağılanmak da var.

Geçenlerde bir avukat ahbabla dertleşiyorduk; "Özellikle genç hâkim kuşağında dikkatimi çeken bir şey var; çok çabuk ve bence gereksiz tevkif kararı verebiliyorlar" diye yakındı. "Peki sebebi ne olabilir" diye sordum. "Eziklik olabilir" diye cevap verdi, "Çoğu, bizler gibi kıt kanaat geçinen, binbir güçlükle evlatlarını okutabilen ailelerin çocukları. Hâkimliğin maaşı az ama yetkileri geniş; bir ihtimâl ondan olabilir" dedi. Bir kamu görevlisinin, ne kadar genç, tecrübesiz veya maddî imkan itibariyle mahrum da olsa kanuni yetkilerini kendi şahsî otoritesini hissettirmek veya korku yoluyla saygı uyandırmak maksadıyla sert yorumlamasını neyle izah edeceğiz? Şüphesiz pek çok yardımcı sebep sıralanabilir ama galiba en hissedilir faktör, bir şahsiyet zaafı olsa gerektir.

Memuriyet için yeterlik şartları arasında "şahsiyetli olmak" şeklinde bir şart yoktur; ancak yüz kızartıcı suçlardan sâbıkası olmamak ve iyi haliyle tanınmak gibi karakter filtrelerinin kullanıldığını görüyoruz; bazı memuriyetlere girişte uygulanan mülakat, herhalde şahsiyet araştırması için düşünülmüş olmalıdır fakat nâfile; devletin işe yarar ajan çalıştırmak için koyduğu bütün filtreler şahsiyet teşhisinde kör ve battal kalabilir. Eğer meseleye —o alışıldık ve beylik tâbirle— bir eğitim meselesi olarak bakılırsa karakter, ders müfredâtından öğrenilebilir bir hassa değildir; hoca—talebe ilişkisi müstesnâ. Hoca—talebe arasında cereyan edenler ise şahsî ve tekrarı mümkün olmayan alışverişlerdir; çoğaltılamadıkları için formelleşemez ve müfredat unsuru haline de gelemezler. Evvelâ şahsiyetin sadece okulda kazandırılabilir bir nitelik olmadığını kabullenmek gerek; karakter sahibi olmanın —büluğ gibi— ortalama bir çağı yoktur. Bir insana kendinden ve kendi değerlerinden emin olmayı öğretebilir misiniz? Sabırlı ve güler yüzlü olmayı, insafı, hizmet etmekten mutluluk duymayı, müsamahayı kim, nasıl öğretecektir?

Devletin toplum karşısındaki mütehakkim duruşundan, resmi ideoloji uygulamalarındaki katılıktan ve hatta kendi iradesiyle koyduğu kurallara riayetsizliğinden yakınırız, ne var ki çoğu kere bu yakınmaların devletle toplumun temasını sağlayan bankoda (masada veya makam odasında) oturan memurun menfi tutumuyla ağırlaştığını hesaba katmayız. Halbuki insan unsurudur ve insanın hesaba—kitaba, standarta ve ölçüye gelmez bir tarafı vardır. Devlet de elbet bunu bilir ve bu yüzden insana yönelemeyeceği için bütün gücünü norm üzerine yoğunlaştırır; nizamnameler, genelgeler, kanunlar, yönetmelikler, talimatnameler hep insan unsurunu —düşmanlık olsun diye değil, mümkün mertebe hariçte bırakarak yapılması gereken işin niteliğini hedef alır.

Konuya dönelim; mektebi olan ama mektepte okutulmayan bir hassanın eksikliğinden bahsediyoruz. Hâkim'in hukuk allâmesi olması yeter mi? Mecelle'nin o meşhur hâkim târifini hatırlayalım: "Hâkim, fahîm, müstakîm, emin, mekîn, metîn olmalıdır" (Madde 1792). Eğer fıtratında yoksa fakültede, stajda, öğrenilecek şeyler midir bunlar?

XIX. yüzyılın pek çok ordusunda subay namzetlerinin zâdegândan yani aristokratik ailelere mensup olmasına önem verilirdi; Osmanlı siyaset tarzı bir zâdegân (aristokrasi) sınıfının teşekkülüne imkân bırakmamıştır. Eşitlikçi teoriler ve özellikle cumhuriyetçi bakış açısınca avantaj sayılabilecek bu fiili durum, görev başlangıcından itibaren memurda sıradışı nitelikler isteyen bazı yüksek dereceli kamu hizmetleri açısından sıkıntı yaratmış olabilir mi? Netâmeli mevzuu. An'anevi Çin bürokrasisi "Mandarin" sınıfına dayanıyordu. Osmanlılar da aynı ihtiyacı "Kapıkulu Ocağı" adını verdikleri bir nevi uzmanlık mekteplerinden karşılamışlardı. Demokratik teori, bu gibi kamu hizmetlerinin yürütülmesi açısından aristokrasiye (ırsî görgü ve tecrübe) değil, insanın eğitilebilirliği fikrine dayanıyor. Ve aristokrasimiz yok bizim; burjuvazimiz görgüsüz, eğitimimiz kifayetsiz!