Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bu bir hikâye ama yaşanmış bir hikâye; bundan sekiz-on sene kadar önce, o geniş Ülkücüler ailesinin eski bir "Reis"inden dinlemiştim. Sonra da oturup yazdım bir güzel, sonra yayınladım. Adı "Marş" idi. Yer darlığı sebebiyle bir kısmını özetleyeceğim:

İsmini açıklamayacağım o Ülkücü lider, 12 Eylül öncesinde bir suç töhmetiyle polis tarafından aranmaktadır. Önceleri kaçak gezmeyi tercih eder. Sonra durumu tanıdığı bir avukat aracılığı ile soruşturur. Hapiste kötü muamele görmeyeceği, esasen isnadın pek ciddi bir şey olmadığını anlayınca teslim olmaya karar verir. Suçu soruşturan mahkeme Diyarbakır'dadır ve oraya gidip teslim olması gerekmektedir; üstelik aynı davadan tutuklu Ülkücü arkadaşları da aynı hapishanededir. Kötü muamele görmeyeceği vaadedilmesine rağmen cezaevine girişinde, diğer sanıklarla birlikte sıra dayağından geçen kahramanımızı bir güzel benzeten gardiyanlar, üç günlük hücre hapsini müteakip idareye çıkarırlar.

....

Odada biri rütbeli asker, iki de sivil adam var; sivillerden biri ayağa kalktı: "Yav kusura bakma, seni bizim çocuklar hoşgeldin partisinde biraz hırpalamışlar, bir yanlışlık işte, aldırış etme."

Ne demeli; bu durumda ne söylenebileceğine dair hiçbir hazırlığım yok; çare susmak. Oturanlar kendi âlemlerinde imiş gibi görünmekle beraber ilgileri bana mıhlanmış görünüyor. Ayaktaki devam ediyor: "Senin bayağı şöhretin varmış, soyadını da açıklamadık görüyorsun. Dosyana baktım; hakkındaki ithamlar önemsiz. Tez vakitte çıkarsın, gençlikte olur böyle şeyler, iyisin değil mi, bir şikâyetin filan?"

Oo, muamele iyi; demek bizim torpillerin kolu kanadı buralara kadar uzanabilmiş. Dört günden beri gördüğüm ilk adam gibi tavır,

"Şu koğuş meselesi" diyorum; esas duruştayım. "Bizim arkadaşların koğuşuna geçsem?.."

Oturanların biri ayak değiştiriyor. Ayaktaki sırtını bana dönüp oturanlarla göz temasına geçiyor. Kaç saniye?

-Yav koğuş önemli değil aslında diyor; "Zaten az kalacaksın; ikinci duruşmada garanti tahliyen gelir. Biz de yardımcı oluruz. Bu arada seni bir başka koğuşa koyalım; ismin soyadın yine bizde mahfuz kalır. Ara sıra gelirsin, çayımızı içersin, koğuşta neler olup bitiyor sohbet ederiz filan, ne dersin, ha?"

Kaderde ispiyoncu defterine yazılmak da mı var? Reddet oğlum. Netice? Netice görünmüyor; Hayır reddetme, sus. Tanımıyorsun bu adamları; güvenme. Sus.

"Bu da bir nevi vatani hizmet değil mi arkadaşlar?" Tabii canım, ne demek, en iyi hizmet filan mırıltıları. "Sana yatak yollamışlar; idaredeki parandan da alabilirsin; çok kalmazsın zaten, bir ihtiyacın olursa haber yollarsın, oldu?.."

Olmadı tabii; olacağı da yok. Derken kendi sesimi duyuverdim;

-İspiyonculuk ettiğimi nerden duydunuz? Anlamam bu işlerden, yapamam!

Şaşkınlığın sırıtkanlıkta donmuş hali; muktedirlerin taşkın güçlerini kontrol etmek için sığındıkları o kırgın iyiliksever pozları...

-Sen bilirsin arslanım; öksüzün eteğine kavurga koymuşlar da.. Bu kafayla çook yatarsın.. Götürün lan şunu!

Götürdüler. Nereye götürdüklerini anlatmaya hâcet var mı? Koğuşta düşmanca bir muamele yok ama ondan daha kötüsü var: İtilmişlik hissi. Kuşatma, ambargo, göz hapsi... Yirmi küsur "devrimci"nin içinde bir "faşo". Bakışlar irin gibi; neden sonra hissediyorum ki onlar da tedirgin. Yarım yamalak 'hoşgeldin'ler. Kapıağzında şiltesiz bir ranza somyası.

İlk gece koğuşun "nöbetçileri" ile sabaha kadar bakış müsademesi yaptık durduk. Onlar değişiyor, benim nöbetimi yine ben tutuyorum. Uyku tutmamış da ondan uyuyamıyormuşum numaraları; beş-on saniyede bir yarı aralık bakışlarla asayiş vaziyetlerini kontrol etmeler...

Gündüz olunca bir ara başım düşüyor, başıma gelenleri düşünüyormuş gibi yapıp ellerimi şakaklarıma koyup birkaç saniye dalıp gidiyorum. Ey güvenli uykular; ne nimetsiniz!

Ara sıra yoklama fişekleri atılıyor, kimsin, nerelisin filan... Konuşmuyorum pek, geçiştiriyorum. İkinci gün, gardiyan en yüksek perdeden adımı soyadımı vererek koğuşa kimliğimi açıklıyor. İdareden istiyorlarmış da.. Bir hayret mırıltısı yayılıyor koğuşa. "Bak sen; demek oymuş ha?.." Çağıran filan yok aslında; yarım cezaevi turu atıp yeniden koğuşun yolunu tutuyoruz. Dönüşte koğuştaki havayı değişmiş buluyorum daha bir gergin, bakışlarda gizlenemez bir iltihap akıntısı, katı, elle tutulur bir mesafe koyuluğu. Gardiyan yarıyolda kulağıma fısıldamıştı zaten, "Tetik dur hemşerim, şişleyiverirler ha!"

Tam yirmi iki gün sinir harbi. İnadına hergün idareden çağırıyorlar da idareye filan gittiğim yok tabii; on-onbeş dakika koğuştan uzaklaştırıp getiriyorlar geri. Hani gündelik jurnalı yerine teslim ediyormuşum gibi. Başta düşmanlıkla dolu bakışlar, zamanla iğrentiye dönüşüyor; pis bir şeye bakar gibi. Bana gelince gözlerim zaten kan çanağı; bir insanî ifade çıkarabilene aşkolsun! Uykusuzluktan insanlığımı kaybetmişim neredeyse. Bıraksalar en vahşi arslanların kafesinde beş gün horul horul uyuyacağım lakin nerde?

İlk duruşmada bizim arkadaşlarla yan yana gelince cennette hurilerle berabermişim gibi oldum; vaziyeti duymuşlar tabii. "Aman sağlam dur, idare sana kancayı taktı bir kere!" filan diyorlar. Serde reislik var ya, "Önemli değil, farkındayım." deyip geçiştiriyorum fakat bu moral takviyesi olmasa çöker kalırdım bir yerlerde mutlaka. İyi oldu.

Gece nöbetleri de biraz eğlenceli bir hal almaya başladı. Yarı oturur yarı yatar vaziyetteyim ranzada; bir ara uyumuşum, kaç dakika, kaç saat, silkinerek uyanıyorum. Derken bir baktım, yanıbaşımda bir bardak çay. Saat sabaha karşı dört suları. Nöbetçiler yerli yerinde. Çaya bakıyorum, buğusu üstünde. Ötelerden çay kaşığı sesleri geliyor.

Zehirleme numarası ha; yemezler! İçer miyim hiç?

Bal gibi içerim hem de, iki dakika sonra çayımı ağır ağır yudumlamaktayım. Bitirince, ses çıkarmadan bardağı aldığım yere bırakıyorum; yanına da yarım paket cigara. Anadolu töresi; ikrama karşılık verilir.

Ardından bir saat deliksiz uyku; siz o uykuyu bilir misiniz?

Uzatmayalım; Yirmiüçüncü gün sabah on suları; başefendi koğuşa gelip "Yatağını topla, gidiyorsun." haberini getirdi. Toplayacak neyim var ki? On dakikada dengimi bağlayıp kapının dibine koydum. Koğuşa döndüm. Hepsi bana bakıyor. Ne demeli? "Allah kurtarsın..., darısı size..., eyvallah arkadaşlar..., hakkınızı helâl edin..." Olmaz; bakışıyoruz öyle. Koridorda başefendi'nin ayak sesleri. Kapı açılıyor; Dengi sırtıma vuruyorum.

"Hazrool!"

Bir elveda bakışı; koğuş ahalisinin bilumum devrimci efrâdı ayakta. Karşılıklı son bir bakış!

-Devrim marşı!.. Başla!

Bir uğultu; demir mazgalları aşıp beton duvarlarda yankılanarak koridorlarda yuvarlanan o uğultu.

Rezillikleri, utancı, pişmanlığı ve binbir sıkıntıyı pejmürdelikten kurtarıp insânileştiren, ezayı çekilir, mihneti dayanılır kılan o üç beş saniye...

Tüh yüzüne be rezil gözlerim; yaşaracak zaman mı?