Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

"Din" dediğimiz vakıayı ikame etmesi bakımından tasavvufî öğretilerin seçimindeki titizlik, üstlenilen fikrî ve vicdanî sorumluluk itibariyle neticede "din" seçimindeki titizlikten farklı sayılmaz; çünkü bir şeyin aslı ile suretleri arasında fark vardır.

"Sonunda korkulan oldu" demek yersiz; tasavvufî ekollerin, lâyıkıyla ve edeple anlaşılmak yerine sulandırılarak harcıâlem bir görüntüye bulandırılması sadece yaşadığımız zamana has bir lâçkalık değil. Tasavvuf, tarihin her devrinde muhtelif algı dereceleri ile anlaşıldı ve kabullenildi. O yüzden şöhretler âleminin gelip geçici sûretleri arasında yer almaya çabalayan popüler isimlerin tasavvufa ilgi duymasında ne şaşılacak, ne de algı derecesine bakarak ye'se düşülecek bir hâl yok; esasen denilmiştir ki "gökkubbe altında yeni hiçbir şey yoktur."

Mistik cereyanlar, neredeyse dinler kadar eski. Her din, kendi üslûbuna göre inananlarına şekil vaz'eder; insanların ekserisi ise, esasen "din" gibi tamamen soyut bir kavramı, şekiller ve kalıplar aracılığı ile anlamaya ve kabule meylederler. Bizim kabulümüze göre dinlerin sonuncusu ve ekmeli olan İslâm, sair dinler arasında inananları somuttan soyuta sevk eden bir istikamet koymasına rağmen, soyut olanı şekle büründürme merakı İslâm'da da etkisini göstermiş ve dinin asliyetinden ziyade ritüelleri (yani merasimleri, gelenekleri, âdetleri, alışkanlıkları ve tabii ki hurafeleri), zaman içinde dine eklemlenmiştir. İşte tasavvuf, kimi zaman ehil ellerde dinin asli mânâsına dönüşü gaye edinen samimi ve ehliyetli gayretleri sinesinde barındırdığı gibi dinî vecibeleri kendi görüşüne göre hafifletmeye kalkışan, son zamanlarda sıkça işitmeye başladığımız, "sen benim kalbime bak; din kalp temizliğinden ibarettir" yorumlarına yol veren, -tabir caizse- "sulandırılmış" yaklaşımların da ortak ismi hâlindedir; bu durumun yeni bir şey olmadığına, insanların tarih boyunca tasavvuf kavramını daima farklı algı derecelerinde kabul ettiklerine ise az önce işaret etmiştik.

Tasavvufa yönelen bakışlar, aslında dine duyulan ihtiyacı ifade ediyor. Din vakıasından tamamen kopuk bir tasavvuf ekolü meydana getirmek mümkün değildir. 1960'lı yılların ortalarından itibaren Batılı sanayileşmiş toplumların gençleri arasında görülen maneviyat buhranının savurduğu gençler arasında Uzakdoğu menşeli mistik doktrinlere, hatta düpedüz bir meditasyon aracı olarak 'yoga'ya karşı bile yoğun bir ilgi başlamıştı. Vicdani ihtiyaçlarını yogada veya sair mistik Uzakdoğu doktrinlerinde arayanlara câzip gelen başlıca unsur, adeta jimnastik salonuna veya psikologa gider gibi bu öğretilere devam etmeleri olmuştu; dinlerini değiştirmeleri veya sorgulamaları gerekmiyordu. Bu gibi mistik cereyanların hâlâ câzibesini koruduğunu söyleyebiliriz; câzibesini koruyor çünkü bu gibi öğretiler, dışardan bakanlara "şeriatı olmayan bir din" gibi görünüyor; hatta alışılageldik unsurlarıyla 'din'den yalıtılmış rahatlama ve kendini bulma terapileridir bunlar. Ne var ki, insan ruhunda karşıladığı ihtiyaçların cinsi itibariyle bu öğretiler dinin yerini tutuyor veya esasen dine ayrılmış olan alanlarda yerleşip kalıyor. Birkaç yıl önce Hindistan'dan Türkiye'ye gelen meditasyon tarikatlerinden birinin ruhanî reisi durumundaki bir kadını hatırlayacaksınız. Oldukça pahalı ve üstelik dolar üzerinden ödenen giriş ücretleriyle tertiplenen seanslarda, tarikat liderinin ayaklarına kapanmak, kutsadığı sudan içmek vesaire gibi garip geleneklerin tekrarlandığını duyunca irkilmiştik; işin daha garip tarafı ise sosyeteye mensup olduğu söylenen, yüksek gelirli, iyi eğitimli, kariyer peşindeki insanların bu gibi öğretileri ciddiye almaları olmuştu.

Netice itibariyle bir 'din'in aslına veya o dinin kültürel muhitinde türetilmiş mistik öğretilerden birine tâbi olmak şahsi bir tercih konusudur ve bu gibi tercihlere saygı duymak gerekir; yeter ki bu karar tam bir şuur hâliyle alınmış olsun; ama "din" dediğimiz vakıayı ikame etmesi bakımından tasavvufî öğretilerin seçimindeki titizlik, üstlenilen fikrî ve vicdanî sorumluluk itibariyle neticede "din" seçimindeki titizlikten farklı sayılmaz; çünkü bir şeyin aslı ile suretleri arasında fark vardır.

Bu noktada tasavvufa yönelişin muhtemel bir tehlikesine dikkat çekmek yerinde olacaktır. Bir şeyin aslını tanımadan "fürû'una", yani ondan türetilmiş nüshalarına iltifat etmek, o insanda asıl olanın lüzumsuzluğu, tekellüfü, fazlaca sert bir disiplin dayattığı yolunda kolay hükümlerin verilmesine yol açabilir. İslâm'ı örnek gösterirsek, "namaza, oruca, zekâta ne hâcet var; maksat kalp temizliğidir ve bir insan hakikate her yolla erişebilir!" gibi asıl olanı küçümseyici ve ihmâl edici bir yaklaşımla bir tasavvufî ekole meyletmek, insanın ayağını kaydırabilir. Onun içindir ki bütün İslâm mutasavvıfları âdeta koro halinde tasdiken, "Tarikatin ilk basamağı şeriattir" hükmünü tekrarlamışlardır (Burada şeriat kavramını, dinin aslı, özü ve temel vecibeleri mânâsında kullanıyorum). Şer'î vecibe ve nüktelere hiç yanaşmaksızın âdeta hariçten ve dinin asliyetini dışarda bırakarak tasavvufa meyletmek, bir yerde dinin aslına, yani şeriata duyulan gizli bir tepkinin yansıması gibi de görünebilir ve her hâl ü kârda bu tutum tehlikelidir. Bu noktada tasavvufî öğretiler, İslâm'a maledilen şiddet eylemleri dolayısıyla doğrudan Müslüman kimliğini benimsemekten ürken ama aynı derecede İslâm'ın dışında kalmanın vicdanî sorumluluğunu göğüsleyemeyen zaaf sahiplerinin rağbet gösterdiği bir liman hâline geliyor ki bu hâl sadece İslâm'ın kendisini değil, onun etrafında ve ona nisbetle halkalanmış ciddi tasavvuf mekteplerini de rencide eder.

"Senin dinin sana, benimki de bana" hükmü, işte böyle bir yol ayrımıdır.

OKUNASI BİR KİTAP: <b>RÜZGÂRLI PAZAR</b>

"Mustafa Kutlu yeni bir kitap yayınladı" demek, okunmaya değer yeni bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu işaret eder. Türk hikâyeciliğinde daha şimdiden kendine mahsus müstesna bir yer tutan Mustafa Kutlu'ya karşı "ilaç prospektüsü yazsa bile okurum" kabilinden bir sevgi ve hayranlık beslediğimi itiraf etmeliyim. "Rüzgârlı Pazar", yine her zaman olduğu gibi bir oturuşta ve bir solukta okuyup, lezzetini günlerce damağımda gezdirdiğim bir kitap oldu. Kitap, İstanbul'un seyyar esnafını hikaye ediyor. Her gün yüz binlerce İstanbullunun görüp geçtiği, çoğunun bakmaya bile üşendiği insanların dünyasına içerden bir bakış getiriyor. Öyle ki, hikayesini yazmak için Mustafa Kutlu'nun aylar boyunca işi gücü bırakıp Merter'de bir köprü üstünde seyyar tezgâhı açtığından bile şüphelendim.

Gülü tarife hâcet yok; Rüzgârlı Pazar Dergah yayınları arasında çıktı ve mürekkep kokusu bile hâlâ üstünde. İnsanımıza ve hakikatimize Mustafa Kutlu gibi "yerli" bir kalemin gözlerinden bakmayı sevenler için...