Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Şu yazarın (adı önemli değil) yaklaşımındaki gizli kibire, tenezzül göstermezlik hâletine ve zihnî kategorilerindeki sığlığa bakar mısınız: "Maksat irticayla suçlanan memurları uzaklaştırmak olduğu için bugünlerde Sezer'ci kesilen dinci basın üzerinde durmuyorum"!..

Siyâk ü sibâkında okuyucularını hangi yüksek mütâlaalarla tenvîr ettiği önemli değil yazarın, kendi takımının (yani "dinci" olmayan basının) şuuraltında yıkılmaz bir direk gibi duran o beylik önyargısını âşikâr ederken ne türlü bir "ayıp" işlediğinin farkında bile değil;

Bu zihniyet prototipini biraz tahlil edelim:

1— Türk basını ikiye ayrılır: "Dinci" basın, öteki ise karîne ile olsa olsa "dinci olmayan basın" olsa gerektir.

2— Dinci basın irticâ ile suçlanan memurların uzaklaştırılması konusunda önyargı sahibidir; yani dinci basın irticâı müdafaada kesinlikle başka türlü hareket etmez ve edemez.

3— Dinci basın bugünlerde "Sezer'ci"dir; Sezer'ci olmasının sebebi ise mâlum KHK'yı iade etmek suretiyle Cumhurbaşkanı'nın irticâcı memurlardan yana tavır almış olmasına dinci basının gösterdiği minnet gösterisidir.

4— İşte bu sebeple yazar dinci basın üzerinde durmak gereğini hissetmemekte, meseleyi mâlumun ilânı saymaktadır; onu asıl şaşırtan, "dinci olmayan basın"daki tavır benzemezlikleridir.

Bir cümleye bu kadar zengin telmih yerleştirdiği için yazar tebriki hak ediyor; fakat cümlenin ardındaki fikir hamûlesi, "âmiyâne"liğinin ötesinde hiçbir şekilde saygı uyandıracak bir kalite sergilemiyor. Önyargı, zihindeki kemikleşmiş bölgelerin eseridir ve önyargılarını her şeyden muhterem tutanların fikir iklimine ilâve edebileceği bir şey yoktur; fikir hürriyeti, önyargı sahiplerinin de konuşmasını ihtivâ eder; fakat fikrî kalite, fikir hürriyetinden tamamen bağımsız bir hükümranlık sahasıdır.

"Dinci basın" ibâresi çirkindir; çirkin telmih ve imâlarla doludur ve tercih edeni küçültür. Türk basınının bir kısmını "dinci=irticâcı" kalıbıyla yaftalamak, fikir hürriyetine samimiyetle inanan bir basın mensubunun yapabileceği en son şeydir; bu tâbirin son günlerde tesadüf sayılamayacak bir sıklıkla kullanılması, bâriz bir kamplaşma arzusunun izhârı olarak okunabilir.

Meselenin çok daha gerilerde yer alan zihnî kökleri var: "Bizden" olmayanı yok saymak, özellikle basın, edebiyat ve sanat dünyasında pek yaygın bir davranış klişesidir ve bu hükmü ispat etmek için uzun uzadıya delil göstermek de gerekmiyor. Bölücülüğü vahim tehlike sayanlar, bu ülkenin basın, edebiyat ve sanat ikliminde neredeyse yarım asırdan beri kabuk bağlamış bir bölücülüğün hükümfermâ olduğundan haberdar mıdırlar? Ayrı hayat tarzları elbette anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir farklılık unsurudur; herkes herkesi sevmek zorunda değildir; ama diyelim ki bir antoloji tertip edilirken, bir jüri kurulurken, bir ödül verilirken, hatta bir ansiklopedi kaleme alınırken itaat etmek gereken kriterler de vardır; bu kriterler kısaca "yiğidi öldür, hakkını teslim et"ten ibarettir. İsterseniz şimdi bu dikkatle, bugüne kadar yayınlanmış (hatta bir kısmı devlet tarafından finanse edilmiş) ansiklopedi veya antolojilere şöyle bir göz gezdiriniz; orada yergi veya tenkide bile tenezzül gösterilmeksizin "yok sayılmış" nice şair, edebiyatçı ve sanatçının adını bile göremeyeceksiniz. Uzun zaman bu tuhaflık, "Bunlardan adam çıkmaz" terânesiyle meşrûlaştırılırdı; yok sayılamayacak kadar varlık ibrâz edenleri ise şimdilerde en hafifinden "dinci" yaftasıyla dışlıyorlar.

Çıplak kelimelerle konuşalım; o hastalıklı tâbirle "dinci"ler, "dinci olmayan" yazar, şair ve sanatçıların eserlerini okur, izlerler; içlerinde kalite ibrâz edenleri sevenler de çoktur. "Onun gibi düşünmüyorum; ama filanca cihetini de beğeniyorum" değerlendirmesinde bulunanlar az değildir. Buna mukabil "dinci olmayanlar", kendi "aşiret"ine mensup olmayan erbâb—ı san'ata karşı kör, sağır ve dilsiz gibi davranmışlardır; bu ilgisizlik ve soğukluk (yoksa "nefret" mi demeliydik?), Türkiye'nin sanat ve kültür iklimini zâlimce böldü ve zehirledi. El'an bu durumun esaslı surette değiştiğini gösteren bir emâre yoktur.

Önce yok (keenlemyekûn) sayacaksınız, varlığını kabule mecbur kaldıklarınızı ise "iyidir; ama dincidir, metafizik takıntıları vardır" diye cüzamlı muamelesine tâbi tutacaksınız; doğrusu iyi tezgâh, doğrusu kendi nokta—i nazarınızdan faydası âşikâr bir tutum; iyi de bu ahmakça takıntının, başını kuma gömmüş bir devekuşu tavrından ne farkı var? Vaktiyle "milliyetçi cephe" yıllarında bu kapalı sınıf şuurunun nasıl saldırgan ve mahkum edici bir sınıf diline dönüştüğünü hayretle görmüştük: O günlerde "aşağılık, âdi, iğrenç" ve emsâli sıfatlar bulmak için kelime aramaya gerek yoktu: "MC" demek yetiyordu. "MC" kısaltmasına bu kadar kerih anlam yüklemek, plağın tersinde "MC'ci olmayanlar"ın sınıf dayanışmasını pekiştiren bir parola görevini de ifâ etti. Bugünün "MC"si, ise "dinci" ithamıdır.

Tenkid hakkı ile nefreti karıştıranlar, kendileri hakkında nefretten başka seçenek bırakmayabilirler. Politikada, felsefede, dünya görüşünde taraf olmanız pek tabiidir; fakat taraftarlıkta ısrarın "hakikat"i ıskalamak gibi pek fena bir yan tesiri de vardır. Hani olacak iş değil ya (!) hakikat bir gün "öteki" tarafta tecellî ederse ne yapacaksınız sevgili arkadaşlar; el çırparak protesto etmek yetişecek mi?