Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Diyalog fikrinden dehşete kapılmak sağlık eseri değildir; insanlar farklı yaratılmışlardır ve bu 'Yaradan'ın murâdıdır. Diyalogu reddetmek evvela bu murada muhalefettir. Bize benzemeyen herkesi "sinsi düşman" saymaya hakkımız var mı?

Dünyanın gidişatı farklılıkları giderek daha fazla içiçe yaşamaya zorluyor; Avrupa'da İslâm nüfus itibariyle ikinci din oldu. Farklı kültürler, inançlar ve fikirler düne nazaran daha ziyade yanyana yaşamak zorunda; diyalog tehlikeli ise yerine ikame edeceğimiz şey nedir? Farklılıklara karşı kaskatı kesilip sipere girmek mi?

Sekiz-on seneden beri Türkçe'de "diyalog" kelimesi özel bir anlam kazandı; özel, muğlak ve sisli bir peçeye büründürüldü. Meselâ, kavramın "O mu, iyi tanırım, diyalogcudur" cümlesindeki kullanılışı böyle bir mânâ ile yüklü. Böyle mâsum ve üstelik isâbetli bir kavramın muğlaklık sisiyle perdelenmesine 11 Eylül saldırıları, Irak'ın işgali, Danimarkalı birkaç edepsizin kışkırttığı karikatür krizi gibi bazı dış hadiseler de yardımcı oldu. Neticede diyalogdan söz edenler ve bu gayreti samimiyetle yürütenler psikolojik baskı altına alınmaya gayret ediliyor; Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın yürüttüğü diyalog çalışmaları, belirli çevreler tarafından sistematik hücuma uğratılıyor ve hemen ardında başka emeller gizliymiş gibi gri propagandaya âlet ediliyor.


"Ne olursa olsun, herşeye rağmen diyalog" niyeti, diyalog kurma arzusundan başka bir şeydir. Kavramın anlam çerçevesi, bize eşit şartlar altında, karşılıklı anlayışın yükselmesi ve yoğunlaşması için sürdürülen bir faaliyeti hatırlatır. Bir mânâda diyalog kurma arzusundaki her iki taraf arasında -fiilen kullanılmasa bile- bir telefon hattının bulunması ve icabında kullanmaya hazır tutulması bile diyalogun kapsamına girer.

Bu kavram puslandırılmamalıdır.


Son altı sene içindeki gelişmeler, başlatıcı ve sürdürücüsü kim olursa olsun dinler, medeniyetler, toplumlar ve devletler arasındaki diyalog ihtiyacının en yüksek derecede hissedildiğini gösteriyor, çünkü kamplar sertleşiyor, karşılıklı önyargı ve anlayışsızlıklar batı dünyası ile genel mânâda doğuyu birbirinden uzaklaştırıyor. Yeni bir gerginlik ve kutuplaşma biçimi ihdâs ediliyor. İslâm'ın batı dünyasındaki anlam imajı, önceki yıllara göre geriledi. Örnekleri sıralamaya gerek yok, son karikatür edepsizliği ile bir kere daha farkettik ki, kötü niyetliler için diyalog, mutlaka berhava edilmesi gereken bir ilişki biçimidir. Berhava edilmelidir çünkü diyalog karşılıklı bilgilenme ve anlayışlılığı artırıyor.

"Tanımak affetmektir" sözünü sosyal ilimlerle uğraşanlar iyi bilirler; bilgilendikçe kesin yargıya ulaşmakta zorlanırsınız çünkü hadiseler tek boyutla değil, bazen binbir çehre ile algılanmayı gerektirir. Bilgisizlik ise kesin ve küt hükümlerin yaygınlaşması için en elverişli durumdur. Diyalog aleyhtarı tutum ve propagandalar, en nazik ifadeyle "ilmî" değildir. Avuç içi kadar ufalmış bir dünyada yaşıyoruz artık; rakiplerimiz, komşularımız, dostlarımız veya düşmanlarımızla alâkayı kesmek, bilgilenme kulvarlarını kapatmak neticede bizi sadece uluorta hüküm, peşin yargı, tahmin ve inşâ edilmiş imajlarla siyaset belirlemeye götürür. Eski hükümdarları önemli devlet kararlarının arifesinde müneccimlere danıştığı için eleştiririz; diyalogdan kaçınmakla müneccimleri bilgi bankası gibi kullanmak arasında ne fark var?


Diyalog çalışmaları da tenkid edilebilir elbette; eğer izzetinefsi örseleyen, aşağılanmayı kabul eden bir ruh haliyle yola çıkmışsanız eleştirilirsiniz; karşı tarafa hayran ve peşinen teslim bir edâ, yanlış olduğu gibi kendi değerlerinize karşı güvensizlik hissi içindeyseniz diyaloga ehil değilsiniz demektir. Diyalog odur ki, neticede her iki taraf da süreçten aşağılanma ve aldatılma endişesine uğramaksızın çıkarlar; diplomasinin daha samimi bir biçimidir ve karşılıklı güveni artırmıyorsa sürdürülmesinde mânâ görülmez.

Böyle bir riskle mi karşı karşıyayız; yoksa diyalog kelimesi bir hakaret kırbacı gibi şaklatılarak ucuz siyasete âlet mi edilmektedir?


Altı yıl önce aynı konuda bir okuyucu mektubunun düşündürdükleri üzerine kaleme aldığım bir yazıdan bazı pasajlar aktarmak istiyorum; diyalog meselesinde geçen altı yıl zarfında ne kadar mesafe alındığı hakkında bir fikir verebilir: Yazının başlığı şöyleydi: "Herkes sipere girsin; diyalog başlıyor!"

Bir okuyucu "diyalog paranoyası" sayılabilecek mektubunda özetle diyor ki, "Diyalog tehlikelidir. Hazreti İbrahim'de buluşurken 'Efendimiz'i ıskalamış olmuyor muyuz? Kaldı ki onlar son peygambere inanmıyorlar; inansalar zaten Müslüman olurlardı. Muharref Tevrat ve İncil gerçeği ortada dururken diyalog diye birşey olamaz. Ortalık papaz ve haham ve misyoner kaynıyor. Musevi ve Hıristiyanlar samimi olsalardı Müslüman olmaları gerekirdi. Üstelik bu diyalog çağrısını yapanların yetkisi nedir; Üç din arasında ortak payda aramak bu üç dini aynı kefeye koymaktır; biz aynı kefeye girmeyiz."

(...)

Diyalog fikrinden dehşete kapılmak sağlık eseri değildir; insanlar farklı yaratılmışlardır ve bu 'Yaradan'ın murâdıdır. Diyalogu reddetmek evvela bu murada muhalefettir. Bize benzemeyen herkesi "sinsi düşman" saymaya hakkımız var mı? Dünyanın gidişatı farklılıkları giderek daha fazla içiçe yaşamaya zorluyor; Avrupa'da İslâm nüfus itibariyle ikinci din oldu. Farklı kültürler, inançlar ve fikirler düne nazaran daha ziyade yanyana yaşamak zorunda; diyalog tehlikeli ise yerine ikame edeceğimiz şey nedir? Farklılıklara karşı kaskatı kesilip sipere girmek mi?

Diyalog denilince galiba bazı çevreler, cümleten İslâm'ı terkedip tanassur edileceğini düşünüyorlar; bu düşüncenin içinde meknûz bir başka tedirginlik ise diyalog sürecinde Hristiyan ve Musevilerin bize güleryüz göstererek arkamızdan hançerleyecekleri: "Ortalık haham ve papaz kaynıyor; misyonerler her tarafta cirit atıyor" cümlesinin ardındaki endişe budur. Demek ki bizim milletimiz, misyoner diskuruna hemen kanıverecek kadar cahil. Bu fikir, millete güvensizliğin, onun üç-beş kuruş menfaat veya birkaç süslü sözle aldatılabilecek ölçüde mânen dayanıksız olduğunun itirafı. Söyler misiniz, bu derece güvenilmez bulduğunuz bir toplumu, dünyadan tecrid ederek, fikir alışverişinden, fikir ve inanç hürriyetinden mahrum bırakarak mı korumayı düşünüyorsunuz?

"Diyalog kurulursa dinimizden oluruz" korkusu itiraf edilmiyor ama satır aralarında gizli; diyalog, üç dinin "tevhid edilmesi" anlamına gelmiyor; tam aksine "tevhid" eksenli bir iletişim ortamını murad ediyor. Bu çerçevede, "Hazreti İbrahim'i ön plana çıkarmak son Peygamber'i görmezden gelmek değil midir?" suali mânâsızdır; okuyucunun "din kültürü" bakımından yetersizliği âşikâr: Kur'an'da geçen Hz. İbrahim fasıllarından ve özellikle "Salli ve bârik" dualarında zikredilen "Âl-i İbrahim" kavramının anlamından haberdar olması gerekirdi halbuki; biz o duayı, "Efendimiz" öyle dua ettiği için muteber tutmuyor muyuz?

Tevrat ve İncil, bizim nokta-i nazarımızdan muharreftir ama bu gerçek onları mukaddes bilen milyonlarca insanı hakir görmemizi gerektirmiyor; onların Kur'an ahkâmına itaat etmelerini beklemiyoruz; samimi bir diyalog için karşılıklı saygı ve anlayış yeter. "Eğer samimi olsalardı nübüvvetin son bayrağı altında toplanmaları gerekirdi" hükmü, Müslüman olmayan herkesi güvenilmez saydığı için paranoyaktır.

İfade aynen şöyle, "Dinlerarası diyalog çok tehlikeli birşeydir. Buna öncülük eden kişi, İslamiyetin temsilcisi midir? Halife-i rûy-i zemin midir? Bütün müslümanların başı mıdır; nedir?" Konuşmak, anlayış ve dostluk bağları kurmak için ille bir 'halife-i rûy-i zemin'in veya bir başka merciin müsaadesi mi gerekiyor, hangi devirde yaşıyoruz?

"Diyalog" kavramının ufak çaplı da olsa bu kadar telâş ve hiddet yaratması aslında çok mânidar; işin acınacak tarafı, farklı din mensuplarının "diyalog" için gösterdiği samimi niyeti, birbirimizden esirgiyor oluşumuz!

(Nisan 2000)


"Tanımak affetmektir" demiştik; siperin kuytuluğunda ve ılıklığında yaşamayı tercih edenler için tanımak ve bilişmek lüks.