Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Sulugöz takımından değilimdir; metânetten değil, belki yeterince hassas olamadığım için bu insânî haslet bende zayıf kalmıştır ama geçen haftaki Aksiyon'da yayınlanan o resmi görünce ağlamanın sınırından döndüm desem yeridir:

Altyazıya hâcet bırakmayan, kendini anlatan fotoğraflardandı. Onuncu sayfada, Ebru Nida Bilici'nin başörtüsüyle ilgili haberinin ortasına âdeta paslı bir çiviyle iliştirilmiş gibi duruyordu: Yer, Marmara İlahiyat Fakültesi olmalı. Resmin ortasında yukarıdan aşağıya uzanan bir ihata duvarı var. Üstüne birkaç sıra dikenli tel gerilmiş. Bir ilim ve irfan yuvasının etrafını dikenli telle çevirmek, —gerekçesi ne olursa olsun— akıldânesine Oscar kazandıracak kadar müthiş bir fikir teşkil etse de mevzu o değil. Dikenli tellerin sağ tarafında, yani fakültenin avlusunda erkek öğrenciler görünüyor; elleri dua nizamında havaya kaldırılmış. Belli ki birisi yüksek sesle dua ederken onlar da âminlerle duaya iştirak ediyorlar lâkin asıl hicran resmin sol tarafında: Dikenli tel ve beton duvarın böldüğü sol tarafta kaldırım var; fakültenin hudutları dışında kalan, herkesin geliş—gidişine açık bir yer olmalı burası. Ve orada neredeyse tamamı kız öğrencilerden oluşan bir kalabalık dikkat çekiyor. Hepsinin yüzü dikenli tele, yani fakülteye dönük; eller yine duada, aynı duada aynı âminlerle...

O anda zihnen yıllar öncesine döndüm; Birleşmiş Milletler Teşkilatının bütçe yardımlarıyla çıkarılan ("Görüş müydü?) bir dergi geçmişti elime. Derginin o sayısının kapağında "Aparheit" diye kocaman bir yazı vardı. İçerdeki resimler ise Apartheit'in ne olduğunu, izaha gerek bırakmayacak derecede izah ediyordu zaten. Hele bir fotoğrafı hiç unutmuyorum. Fotoğrafçı bir spor müsabakasında objektifini sahanın içine değil de tribünlere çevirmişti. Tribünler bir yerde iple yukarıdan aşağıya bölünmüştü. Sol tarafta siyah derili seyirciler oturuyorlardı, sağ tarafta ise beyaz derililer. Apartheit'in ne olduğunu o günden sonra hiç unutmadım; Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki ırkçı rejimin ırk ayrımına dayalı politikasının adıydı bu. Aksiyon'daki resimle, bundan en az otuz yıl önce yayınlanmış o apartheit fotoğrafı şaşılacak derecede birbirini andırıyordu; hatta zencilerle başörtülü kızların resimdeki yeri bile aynıydı. Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki faşist rejimin yıllar önce sona ermiş olması anlamlı; dünya, değişirken Türkiye'ye sormak ihtiyacını hissetmiyor nedense.

Başörtüsü meselesine dönmek istemiyorum; o konuda yazılmadık ve söylenmedik söz kalmadı. Mesele, bütün vechesiyle ortaya konuldu fakat söz yere düştü; vehim, ilmi yendi. İdeolojik bakış açısı çağdaş normlara, hürriyete galebe etti ve rejim başörtüsünde kendi hayatiyetini tehdid eden korkulu bir sembol, tüyler ürpertici bir tehdit gördü fakat rejimin ağzıyla konuşup kafasıyla düşünenler bu nitelemenin neticede insanı görmezden gelmek anlamını taşıdığını farketmediler. Bütün meselenin neticede başörtüsünün "siyasi İslâm"a dair bir talep şeklinde algılanması yüzünden binlerce genç kız sinir hastalıklarına müptelâ oldu. Çoğu okullarını terketti; imkân bulabilen pek azı da Türkiye'yi terkedip batı ülkelerinde eğitim yapabilmek derdine düştüler. Fakat bunlardan daha acı ve vahim sayılmak gereken netice, Türkiye'de çok büyük bir kitlenin bu işte devletin adaletsizlik yaptığı yolundaki o acı inancı oldu.

Başörtüsü meselesinde, kız arkadaşlarıyla aynı doğrulara inandığı halde görenek ve inanç sebebiyle başörtüsü takmadıkları için rejimin uyguladığı o kaba filtreden geçerek okullarına devam edebilen erkek öğrencilerin durumu ayrı bir bahis; problem üniversite nizamiyesinden geçebilmekle bitmiyor; daha sonraki safhalar için, cins ayrımı gözetmeksizin "irticâ"ya duyarlı daha nice "x—ray" filtreleri sırada bekliyor.

Geçenlerde bir e—mektup düştü posta kutuma; Amerika'da okuyan ve doktorasını bitirmek üzere olan bir gençten geliyor:

"Ülkemden uzun yıllar ayrı kaldım ve şu günlerde geri dönüş planları yapmaktayım fakat olanlar hep soru işaretlerini artırıyor. Bu sabah Habertürk sitesinden okuduğum "irtica ile mücadelede yeni kararlar" haberleriyle daha da yıkıldım. Sizler aracılığı ile sormak isterim: Benim ülkemin bütün problemleri bitti de bu kendilerine dahi zararı olmayan insanlarla uğraşmak mı kaldı? Ben ve benim gibi arkadaşlar burada kalalım mı gidelim mi tartışmaları arasında acaba biz nasıl bilimden irfandan bahsedebiliriz? Dönenler ise dönmeyin diye haykırıyorlar, hatta diyebilirim ki ayda 2—3 e—mail alıyorum; Türkiye'den nasıl çıkabilirim diye soruyorlar, ki bu insanlar üniversite mezunu ve devletin belli kademelerine gelmiş kişiler. İnsanlara kendi fikrini aşılamak için demagoji yapacak durumda değilim; buna kabiliyetim de yok fakat demek istediğim özetle şu; ben ülkeme dönmek istiyorum, dönmek istediğim yerde insanların fikir, düşünce ve giyimleriyle değil yaptıkları işlerle değerlendirilmesini istiyorum. Kendi insanıma faydalı işler yapmak istiyorum, ki bu ülkeye geliş gayemiz de budur. Fakat en sonunda derim ki, —bunu demek şimdilik istemiyorum— dünya bir tek Türkiye değil!"

Bir dakika durup düşünelim; herkes düşünsün. Ne yapıyoruz biz? Bu ülke tahammül edilebilecekten daha fazla kötü yönetiliyor zaten; on milyona yakın işsizimiz, üniversite kapılarında çaresiz bekleyen yüzbinlerce gencimiz yeterince dert değil mi? Kırk gün içinde Türk ekonomisi ehliyetsiz ve basiretsiz eller tarafından kayalara bindirilmedi mi? Evet, yeterince derdimiz var; ikiyüz yıldır batılılaşma rüyası gördük; batıdan hürriyet ve demokrasi yerine hürriyetleri kuşatan ve ferdi devlete köle eden sert uygulamalar ithal edebildik. Çağdaş hayat standartlarına göre ülkeleri tasnif eden uluslararası anketlerde hâlâ nal topluyoruz ama belli ki bir avuç devletçi seçkinin gücü, banka soyguncularından ve kifayetsiz muhterislerden ziyade çoluk çocuğa yetmekte.

"Dünya bir tek Türkiye değil" kahırlanmasının ne anlama geldiğini bilir mi bu adamlar? Ve bu ülkenin dört yanında kaç bin ter ü taze genç insanın bu ülkeyi terk etmek için ecnebi elçiliklerine mektupla müracaatta bulunup dişinden tırnağından artırarak döviz biriktirdiğini bilen var mıdır? Geçenlerde, sekiz yıl önce ABD'de doktora yaptıktan sonra Türkiye'ye dönen bir arkadaşımla konuştum: "Ondört kişi büyük ümit ve heyecanla döndük; şimdi benimle birlikte direnme gücü bulabilen iki kişi kaldık; gerisi yeniden ABD'ye döndüler" dedi.

Amerika, Kanada, Avustralya, İsveç veya bir başka yer; Bu ülkenin yetişmiş, üretken, genç insanlarının biricik gâyesi, sırf insan haklarına daha fazla saygı gösterildiği için bu gibi ülkelere göç etmek mi olmalıydı? YÖK yöneticileri, kurulmuş üniversiteleri kapatmayı düşünecekleri yerde meselâ araştırma görevlileri arasında tek sorulu "İmkân olsa yurtdışına yerleşmek ister misiniz?" anketi yapsa, sonuçtan onlar bile ürkerlerdi.

Vatanıyla, milletiyle, bayrağıyla ve devletiyle evvelce bir derdi olmadığı halde bunca yetişmiş, enerjik ve hayat dolu gencin yüreği kan ağlayarak bir yerlere ilticâ etmek planı yapması yoksa birilerinin epeydir hesapladığı bir kollektif psikoloji midir? Yoksa birileri "irticâ" lâfını rastgele ama sistematik bir dikkatle tekrarlayarak, millette "ilticâ" hâletini mi körüklemek niyetindedir?

Çok değil, beş—on sene öncesine kadar "Başka Türkiye yok" inancını gururla omuzlayan bu insanlara nihayetinde "Dünya bir tek Türkiye değil" dedirtebilmek de mârifet sayılmalı; hezar tebrik ey devlet seçkinleri!