Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Müslümanların modern hayat tezahürlerini bütünüyle benimsemesi ve tasdik etmesi gerekmiyor elbette; itiraz hakkı saklı tutulmalı ama neye ve niçin itiraz edilmesi gerektiği de artık berraklaşmalı.


Bir mecliste dinledim; hadise ellili yıllarda geçiyor. Adam toprak kazan bir iş makinesi sahibi imiş; hafriyat yapacağı arsaya geldiğinde arsanın sahibi, adamın başındaki kaskete takılmış, "O şapka ile namaz kılınmaz, gâvur işidir, çıkar onu." diye sertçe azarlayınca makinenin sahibi, "hay hay" deyip kasketi başında ters çevirdikten sonra, köşede duran kazma-küreği işaret etmiş,

-Ben kasketin günahından kurtulurum ama siz bir an evvel kazmayı küreği alıp hafriyata başlasanız iyi olur; çünkü şu gâvur icadı koca makine ile evinizin temel çukurunu kazmamı herhalde beklemezsiniz!


Bu gibi hususların çoktan aşılmış olduğunu gönül ferahlığı ile söyleyebiliriz; "Ahir zamanda Müslümanlık zor" görüşünü savunanlar, teknolojiden istifade ederken artık menşeini mesele etmeden o teknoloji ile görülen işin mâhiyetine dikkat kesilmek gerektiğini biliyorlar; doğru olan da budur esasen. Ne var ki teknolojiyle birlikte gelen yenilikler, hayli zaman Müslümanların zihnini meşgul etti ve kabullenmekte zorlandılar. Buna göre İslâm'ın dört başı mâmur bir tatminkârlıkla yaşanması artık neredeyse imkânsız gibi bir şeydi. Bu derece kılı kırk yaran bir ihtiyatkârlığı anlayışla karşılamak mümkündür. Müslümanların öngöremediği üretim tarzları ortalığı istilâ edince, 'Din'in hakikatte nerede tecelli etmesi gerektiği hakkında zihin karışıklığına düşülmesi mukadderdi; eşyayı tasarruf biçimi çaptan düşmüş bir dünyanın mensupları, din telakkilerini artık eşyâya yansıtamaz hale gelince fikrî bunalıma kapıldılar. Bu buhran, giderek "İslami hayat tarzı nedir, nasıl olmalıdır, gayrımüslimlerin biçimlendirdiği bir dünyada Müslüman nasıl davranmalıdır?" tereddüdüne, hatta karamsarlığına dönüştü. Modernitenin aman vermeyen ve neredeyse bütün hayat alanlarını kaplayan güçlü yükselişi, Müslümanların öz güven hissini zayıflattı ve hakikatte hangi değerleri sımsıkı tutmak noktasında kararsızlığa sevketti.


Soruyu pek garip, hatta yanlış bile bulabilirsiniz ama, bir an cevap vermek mecburiyetinde imişsiniz gibi ciddiyetle düşünerek karşılık vermenizi istesem;

-Bir Müslüman trafikte nasıl davranmalıdır?

O kadar kolay bir soru ki, cevabını vermek, soruyu sormaktan daha müşkil; elbette bir Müslüman trafiğe çıktığında trafik kurallarına harfiyyen uymalıdır. Trafik kurallarının İslâm'la doğrudan hiçbir ilgisi yoktur ama insanlarla taşıtların hareket halinde iken güvenliklerini sağlayan trafik kuralları, kendine mahsus bir "edeb" meydana getirmektedir; bu edebe riayet edildiğinde kimseyi incitmemiş ve incinmemiş oluruz. Trafik kuralları içinde ise İslâm'ın genel hükümleriyle çelişen bir gereklilik yoktur.

Soruları artık siz de çeşitlendirebilirsiniz: Bir Müslüman nasıl komşuluk eder, kalabalıkta nasıl davranır, akrabalık hukukuna nasıl riayet eder, mesleğini icra ederken nasıl davranır, kendisine verilen bir 'emânet'e nasıl muamele eder, alışverişte, seyahatte, dinlenirken neyi gözetir? Cevapları belli sualler bunlar, basit seviyede İslâm kültürü edinmiş herkes bu soruların cevabını rahatça bilir.

Bu suallerin cevabı tatbik edildiğinde ortaya çıkan şey, bir şahsiyet tablosudur ve böylece kağıt üstündeki din, onu hazmetmiş bir insanın şahsında karakter haline dönüşür. Halbuki biz vasati bir Müslüman'ı tahayyül ettiğimizde, ibadetleri hayattan daha çok ciddiye alan, muttaki (takvâya had derecesinde riayet eden) ve biraz da öyle sandığımız için erişilmesi neredeyse imkânsız bir hayalî tip canlandırırız gözümüzde. "Nerede, keşke öyle olabilsek" diye hayıflanır, sonra eksiklerimizi hatırlayarak kendimizin tek başına istesek de o karakter metânetine bürünemeyeceğimizi kabulleniriz.

Elbette kolay değildir, elbette zor tarafları vardır ama imkânsızlığını ileri süremeyiz. Din, bu noktada insanın tabiatında mevcut bulunan olumsuzlukları târif eder ve onlarla çatışır. Meselâ emânete hıyânet etmeyi din hoşgörmez ve insanlara emânete riayeti emreder; halbuki bazı emânetlere riayet yerine onları sahiplenmek nefse daha hoş gelir. O noktada din nefisle çatışır ve insanın tabiatına meydan okur; o çatışmadan "emânete riayet" yönünde galip çıkan insan, şahsiyetini o noktada sağlamlaştırır ve din böylece insan üzerinde bir şahsiyet bütünlüğü halinde görünür.

Çoğumuzun zihnine takılır bazen, "bir şahsiyet heykeli gibi doğru, emin, güvenilir, güzel huylu ve ahlâklı bir gayrımüslim cennete girermiş" diye düşündüğümüz olur; o sorunun cevabı ne olursa olsun, cennette bir izdiham yaşanmayacağı bellidir ama soruyu şöyle sormak daha doğru bence; "Kasdedilen mânâda bir şahsiyet bütünlüğüne sahip olmayan bir Müslüman cennete girermiş". Eskiler bu gibi suallere "Allahu alem bi's-savab", yani "Doğruyu Allah bilir" derlerdi; bu noktada bilmemiz lazım gelen, Müslümanlığın bir insan üzerinde illâ ki dışarıdan kolaylıkla teşhis edilir alâmetleri bulunan bir karakter güzelliği ile parıldaması lâzım geldiğidir.

İşin şahsiyet faslını pek az akla getiriyoruz zannındayım. Elbette şahsi ibadetler karakter parlaklığının ayrılmaz ve öncelikli parçasıdır ama din sadece zihnî ve enfüsî değil, diğer insanlarla ve toplumla beraber yaşamayı gerektiren bir süreçtir; zaten en zorlu imtihanlarımızı nefsi tecrübelerden ziyade başkalarının hakkını gözetmek durumunda kaldığımızda veriyoruz. Güzel amellerin, güzel davranışlara bürünüp şahsiyet sağlamlığı ve güzelliği ile dışarıya aksetmesi lâzım ki, başkaları da bu güzellikten istifade edebilsinler. Sosyal hayatta Müslüman'ın alâmeti de öyle tarif edilmiştir; en azından "elinden ve dilinden" başkalarına zarar ilişmeyen kişidir o. Zarar vermemek ilk şart, mümkünse faydası dokunmak ise çok daha güzel hâl. Herkesin geçtiği bir yol üzerindeki taşı kaldırıp kenara koymak, bu idrake göre ibâdet derecesinde güzeldir; hiç tanımadığımız insanlara gıyablarında güzel temennilerinde bulunmak ve onlar için hayır duada bulunmak da en az onun kadar elle tutulur ve sahici bir eylem.


Toparlayalım; Müslümanların modern hayat tezahürlerini bütünüyle benimsemesi ve tasdik etmesi gerekmiyor elbette; itiraz hakkı saklı tutulmalı ama neye ve niçin itiraz edilmesi gerektiği de artık berraklaşmalı. Dışımızdaki dünyayı tasarrufta eskisi kadar muktedir olamayabiliriz ama içimizdeki dünyayı tasarruf vazifesi hâlâ omuzlarımızda duruyor; o vazife 'Din'in kişi üzerinde şahsiyete dönüşerek temsilidir ve belki de böyle bir vasatta Müslümanlara düşen en mühim misyon da budur; belki de akıl yetirip söz geçiremediğimiz olumsuzlukların ıslahında bizim de böyle bir vazifemiz var ve bizler bu vazifeyi ifâ ile imtihan olunacağız.