Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Son iki anayasamızı kaleme alanların zihnindeki gelecek şablonunu artık bilmeyen yok; onlar Türkiye'de parlamento çoğunluğunun genellikle sağ-muhafazakâr vekillerden oluşacağını öngörmüşlerdi: Yönetim terazisini dengelemek için cumhurbaşkanına ve anayasa ile vücut bulmuş kurumlara bu derece ağırlık tanınması da öngörüye yaslanıyor. Bu eğilim, aynı zamanda Türk siyasetinin genel görüntüsünü de özetliyor; seçmen kanaatlerinin, güçlendirilmiş bürokratik yapılarla dengede tutulması, siyasi hayatın en görünür olgusudur.

Turgut Özal'ın altı yıl başbakan olarak görev yaptıktan sonra Kenan Evren'den boşalan Devlet Başkanlığı koltuğuna oturmak için harekete geçmesi, şüphesiz, "çok yoruldum, biraz da istirahat edeyim" düşüncesinden kaynaklanmıyordu; Özal, 1982 Anayasası'nın geniş yetkilerle donattığı Cumhurbaşkanlığı makamına geçerek yürütme uzvunu güçlendirmeyi ve hızlandırmayı murat etmiş olabilir. Ne var ki 3,5 senelik cumhurbaşkanlığı esnasında, biraz da hareketi seven mizacı itibariyle yerinde pek mutlu ve rahat olmadığı hissedildi. Tabir yerinde ise gözü hep partisinde kaldı denebilir; partiyi devrettiği lider kadrosundan pek de hoşnut olmadığı sır değildir; hatta ölümünden bir süre önce yeni bir siyasi parti kurmak için arayışlar içinde olduğu da biliniyor. DYP Genel Başkanlığı'ndan ayrılarak 1993'te Devlet Başkanlığı'na seçilen Süleyman Demirel de bu mânâda gözü arkada kalan bir siyasetçi örneği çizdi; DYP'yi emanet ettiği lider kadrosu bugün siyasi hayattan uzaklaşmış durumda.

Gazetelere aksedenler doğruysa AK Parti Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan'ın da 2007'deki Cumhurbaşkanlığı seçimi için daha şimdiden ön hazırlıklara giriştiği, bazı hesaplar yaptığından bahsediliyor. Özal ve Demirel örneğinden sonra Başbakan'ın Cumhurbaşkanlığı için heves göstermesini insânî boyutuyla anlamak mümkündür; ama siyâsi bakımdan bu tasavvurun, Özal ve Demirel örneklerini mumla aratacak belirsizliklere yol açması da kuvvetle muhtemeldir.

AK Parti, 2002 seçimlerini açık ara ile kazanmış olmasına rağmen aradan geçen üç senede parti ve partili kimliği oluşturmak yolunda hâlâ zaaf içinde görünüyor; bir başka söyleyişle AK Parti'nin kemikleşmiş bir tabanı, kitlesi mevcut bulunmuyor. AK Parti, işler iyi gittiği müddetçe ayakta durabilen ama ilk ciddi krizde uğrayacağı sarsıntının bünyede ne gibi tahribat yapabileceği kestirilemeyen bir siyasi teşekkül bana göre. Türkiye'de seçmen kitlesi çoğunluk itibariyle hâlâ sağ-muhafazakâr özellikler gösteriyor ama bu kitle, siyasi kararlarında partiye ve lidere vefâdan ziyade "marjinal fayda"ya ağırlık veren bir eğilim içine girdi; aksi olsaydı AK Parti'nin seçim başarısı izah edilemezdi. Seçimlerin normal süresi içinde yapılacağı ihtimâli göz önünde tutulursa önümüzdeki iki senenin, Başbakan tarafından Cumhurbaşkanlığı hesapları yapmak yerine parti kimliğini pekiştirmek ve hassas dengeleri gözetmek yolunda değerlendirilmesi daha sağlıklı bir hesap gibi görünüyor. Bu süreçte Cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda atılması gereken en mâkul adım, öteden beri seslendirilen ama bir türlü kuvveden fiile geçmeyen anayasa değişikliğini yaparak devlet başkanlığı yetkilerinin demokratik dengelere riayetkâr bir çerçeveye indirilmesi olur.

Kimsenin benim aklıma ihtiyacı olduğunu zannetmiyorum; kaldı ki bunlar rahatlıkla öngörülebilecek ihtimâllerdir. Cumhurbaşkanlığı seçiminden kısa bir süre sonra genel seçimlere gitmek zaruretine rağmen AK Parti'nin çoğunluğu itibariyle yeni cumhurbaşkanını seçmek arzusu anlayışla karşılanmalıdır; ama konu isimlendirmeye gelince Tayyip Erdoğan isminin çok isabetli bir tercih olacağı kanaatinde değilim. Bazı fırsatlar vardır ki, irâdî olarak iltifat edilmemesi halinde kişiyi tarih önünde büyük kılar.