Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ortalıkta imam—hatiplerin orta kısmını battal hale getirmekten başka eseri görünmeyen temel eğitim kanunu, bütün milleti yaralayan bir üslûpla kanunlaştı.

Tasarı mecliste görüşülürken protesto etmenin bir anlamı vardı; seçimden seçime kendine söz hakkı verilen seçmenler, anayasanın tanıdığı haklarını kullanarak kanunu benimsemediklerini açıkladılar ama kanun meclisten geçti ve yürürlüğe girdi. Ne var ki gösteriler bitmedi ve aynı üslûpla devam ettiriliyor.

Meclisten geçti diye bir kanunu beğenmek zorunda değiliz; benimsenmeyen bir kanun meclisten geçtikten sonra da protesto edilebilir ama bu işlemi mutlaka kanun dairesinde yapmak gerekir. Artık bu tip gösterilerle yasama gücünü etkileme imkânı kalmadı.

Cuma namazından çıkışta slogan atmak, otomobillerle trafiği tıkamak, klaksonla gürültü kirliliğine sebep olmak, aziz kitabımızı zincirlere dolayıp kameraların önüne yem diye koymak, "Kur'an'a uzanan eller kırılır" diye bağırıp çağırmak protestocuları kamuoyu nezdinde giderek itibar kaybına uğratıyor; farkında iseniz ilk günlerde bu tip gösterilere karşı duyulan hoşgörü ve sempati giderek azalmakta; hükümet derseniz bu tasarının kanunlaşması için gösterdiği o tuhaf "müflis müteahhit" tavrını terketmek bir yana daha da sertleşmeye can atan bir tavır sergiliyor. O halde sekiz yıl protestosunu tekrarlanan biçimiyle tazelemeye gerek yok. Üstelik seyrettiğimiz görüntüler kışkırtmaya çok müsait bir ortamı işaretlemekte.

Bu kanunu zerre kadar içime sindirebilmiş değilim ama artık kabak tadı vermeye başlayan bu cuma gösterilerinin hangi akla hizmet ettiğini anlamıyorum. Televizyon ekranlarında kelime—i tevhid yazan flamaların bir protesto bayrağı gibi dalgalandırılmasını, "tekbiir" diye çınlayan sinyalden sonra "Allah—u ekber" lâfzının, —o uğruna kurban olunacak mübârek kelimelerin— adeta bir kin parolası gibi yumrukla havayı döğe döğe haykırılmasını artık hoş bulmuyorum; böyle üslûpsuz gösterilerden başka protesto yolları da olmalı. Üstelik haber spikerlerinin, "göstericiler arapça yazılı yeşil bayraklar açtı" yollu cehalet ve kışkırtma kokan cümlelerle dinin esasını teşkil eden tevhid ibâresini küçümsemesine de tahammülüm kalmadı. Öyle nezih, zekice ve etkili usûller bulunmalı ki dost da düşman da beğensin; dâvâya sempati ile baksın ve taraftar olsun ve neticede siyasi davranışını yeniden gözden geçirme ihtiyacını hissetsin. Bu üzüm yemekten ziyade bağcıyı dövmek veya maraza çıkarmak biçiminde yorumlanabilecek protestolar, mağdur ve mazlum durumdaki imam—hatip gençliğinin zararına tecelli etmeye başladı; farketmiyor musunuz?

Cumhuriyet tarihi boyunca menendi görülmemiş dikta ruhlu bir hükümetin halkı yok sayan zoraki icraatına muhatap kalmış olabiliriz ama netice itibariyle bu devlet hükümetin babasının malı değil, bizim devletimiz; asker, herhangi bir zümrenin kolluk kuvveti değil, milletin askeri; polis "devletlû" takımının yakın koruması değil bizim polisimiz. Protestoyu kanuni çerçeve içine taşıyıp zeki, esprili ve sempatik karşı tavırlar almak yoluyla hâlâ çok şeyi değiştirmek mümkün gibi görünüyor bana.

Herkesin aklı kendine aziz görünür ve kimseye akıl öğretmek de haddim değil ama ben böyle düşünüyorum.

Acaba yanlış mı düşünüyorum?

Karakoç bildiğin Karakoç amma...

Bundan 25 yıl önce bıyığı yeni terlemiş bir üniversite talebesi iken —bana hâlâ gurbetin bütün mânâlarını hissetiren— Ankara'nın meşhur site yurdunu, "yurt" eylemiştik. Kızılay'ın ışıltılı vitrinleri, bulvarların atkestanesi gölgesine serilmiş tertipli kalabalıkları, fakülte koridorlarının loşluğunda çınlayan ve bize başka Türkiyelerin de varlığını hatırlatan aristokrat aksânların üşüttüğü ruhumuzu Site yurdunun iklimimize ördüğü sıcak kozaya can atarak ısıtabiliyorduk. Yalnızlığı kendimle bölüşmeğe uğraştığım o günlerden birinde "Hasan'a Mektuplar" isimini taşıyan bir kitap düştü elime. Sayfalarından memlekete yollar açılan bir şiir kitabıydı bu. Şairin adını o günden beri unutmadım: Abdurrahim Karakoç'tu. O günlerde bir belediyede memur olduğunu duymuştum. İçimden, "bu devrin Emrah'ı, Karacaoğlan'ı olsa olsa bu şairdir" diye geçirmiştim; gençlik hükümlerinin çoğunu tâdil ettim ama bu hüküm hiç değişmedi. Abdurrahim Karakoç "dil otu" yemiş bir adamdı ve bildiğimiz sıradan kelimeleri öyle bir âhenkle sıralayıp alt alta dizmesinde gönül dağlıyan bir sıcaklık vardı.

İşte o günlerde tıngırdatmakta ve daha doğrusu "tâciz" etmekte olduğum bağlama ile kendi gönlümce "Mihriban"ı bestelemeye kalkışmış fakat bestekârlık vâdisinde nasibimin olmadığını çabuk farketmiştim. Yıllar sonra Mihriban'ın bestelendiğini, hem de güzelliğine yaraşır bir lirizmle bestelendiğini görünce sanki benim eserim imiş gibi sevinmiştim. Şimdi Karakoç'un mısraları türkü diliyle dilden dile gezinip gönüllere misafir oluyor ama bu yeni alâkada şiirin yüreğini yaralayan bir şey var: "sözün güzelliğini farketmek için illa bestelenmesi mi lâzım?" yollu bir sitem belki.

Abdurrahim Karakoç Bey'in şiirlerinden sevdiklerimi şuracıkta tam metin halinde sizlere sunmak isterdim; yerimiz dar ise gönüller ferah olsun, imkân bulursanız kendi "Karakoç güldeste"nize bizzat siz emek vermelisiniz; emin olun değecektir.

Şair'e hayırlı ve verimli ömürler dileyerek küçük bir okuyucu dileğinde bulunalım: Abdurrahim ağabey, siyasi hicivler kaleme almana itirazımız yok ama bize "Yar deyince" kalemi elden düşüren yeni mısralar da yolla ne olur.

Mühim bir tekzib: Kendimi tekzib ediyorum: "Yol Türküleri" başlıklı yazıda "Yolun sonu görünüyor" türküsünün sözlerini bilgisizlik ve dikkatsizlik eseri olarak Abdurrahim Karakoç'a atfetmişim. Oğlum Talât'ın ikazıyla farkettim. "Yolun sonu görünüyor" redifli şiir Dursunali Akınet'e aittir. Her iki şairden ve okuyuculardan özür dilerim.