Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

CNN Türk televizyonu birkaç gündür iyi gazetecilik yapıyor ve adını henüz tam koyamadığımız bir meseleyi gündeme getiriyor: Çocuk suçlulular desen değil, sokak çocukları hiç değil. Tam tarifi belki şöyle olabilir; Güneydoğu, özellikle Diyarbakır mahreçli çocukların, büyük şehirlerde suça itilmesi, buna bağlı olarak gasp ve hırsızlık olaylarının çığ gibi büyümesi.

Diyarbakır Valisi, "şehrin en öncelikli meselesi sokaklarda yaşayan çocuklardır" diyor. Uzmanlar, emniyet güçleri, yöneticiler, siyasetçiler son derece açık ifadelerle hadisenin varlığını ve çapını doğruluyorlar. Bu ifadeler arasında, "çocuğumuz bizim sermayemiz" diyebilen aile reisleri de var, evladını yıllığı beş milyar liraya hırsız çetelerine kiralayanlar da. Delik büyük, torba küçük. Neyle izah edeceksiniz? Kötü şehirleşme, işsizlik, fukaralık, göç, yüksek doğum oranları... Bölgede ortalama çocuk sayısının aile başına 9 olduğunu söylüyorlar. İlgililer çaresiz gibiler, "proje bekliyoruz; teklif edin, uygulayalım" deniliyor. Bir başka yönetici, "çocuğu izleyip yakalayarak aileye teslim etmek çare olmaktan çıkmış, aile diye bir şey kalmamış" diyor.

Aile diye bir şey kalmamış ne demek? Toplumun direği ailedir diye taş bir ezberimiz var bizim. 2001 Şubat krizinde herkes neredeyse yarı yarıya fakirleşti; yüzbinlerce esnaf iflâs noktasına geldi ama göze dokunur bir sosyal patlama olmayışını aile içi dayanışma ile izah ettik; vakar, gurur, hacîl hâle düşmemek gibi değerlerimiz vardı; hâlâ var. Evlâdının kırık tırnağı için on saniyede cinayet işleyebilecek yüzbinlerce aile reisi çıkar hâlâ. Kan yutar, "kızılcık şerbeti içtim" dersiniz; kol kırılır yen içinde kalır; zekât dağıtımında bile en yakın çevreden başlanır vb.

Ezber bozan bir vak'a ile karşı karşıyayız; hâlâ yerinde zannediyorsunuz ama aile göçmüş gitmiş bir yerlerde. Bir profesör hanım şubat soğuğunda gece yarısı, kaldırımda kantarının başında titreyip duran sekiz yaşındaki kız çocuğundan bahsediyor. Yoksulluğun ar damarını yardığı dramatik anlar vardır; yıllar önce Ankara'nın eski otogarında bir dilenciden duymuştum, "Fukaranın karnı yırtık olur oğlum" demişti ama anlatılanların zihinde bıraktığı mânâ, facianın tek boyutla izah edilemeyecek kadar girift olduğunu imâ ediyor. Her yoksulluk çeken aile, evlâdını "gaspçı olsun, hırsızlık etsin, bize hayrı dokunmasa bile kendini kurtarsın" diye sokağa atmaz; öyle olsaydı sokaklarda kan gövdeyi götürür, kimse dışarıya çıkamazdı. Mesele geçim derdinin de ötesindedir, öyle görünüyor. Evlâdınızı açlık belâsını defetmek için eve ekmek getirsin diye çocuk yaşta bir maden ocağının karanlık galerilerinde çalışmaya ve sekiz-on sene sonra gelip çatması mukadder bir ölüme gönderebilirsiniz (İngiltere'de sanayi devriminin ilk dönemlerinde kaç çocuk neslinin, katırların giremediği dar dehlizlerde çalışıp kömür çıkarsın diye harcandığını belki İngilizler bile tam bilmez) ama kalaycı körüğü gibi sistematik tarzda suç çetelerine katılmaya teşvik etmezsiniz; bu bir toplumsal şantaj mıdır, nedir? Allah kimseyi böyle bir musibetle imtihan etmesin, ölümden beter şeyler vardır. Çocuk, "onsekiz yaşından küçük olduğum için hapsedemiyorlar, serbest bırakıyorlar" diyor; işin farkında değil henüz. Sâbıkana ne olacak çocuk? Af çıkarır, sâbıka kayıtlarını sildirebilirsiniz ama vaktiyle hırsızlık etmenin hâtırası zift gibi çöker rûhun bir yerlerine, izzeti köreltir, celâdeti un-ufak eder; boynun doğrulmaz bir daha, bükük kalırsın.

Hayır, bu başka bir şey; aceleci olmayalım, peşin hüküm vermeyelim; bu, şimdiye kadar rastladığımız türden bir sosyal meseleye benzemiyor. Her zarurete düşen evladını hırsıza uğursuza satmıyor bu ülkede. Bu yeni bir şey; tahlili için yerleşik değer kalıplarının işe yaramadığı bir şey.