Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Beyoğlu’nda Emek Sineması diye bir mekânın varlığını elbette duymuştum da nasıl özellikler taşıdığını bilmiyordum; hâlâ biliyor sayılmam fakat benim algı seviyemi paylaşanların doğru örneklik teşkil etmeyeceği de açıktır. Emek Sineması hakkında hiçbir hâtıram yok ama sesini duyuracak güçte bir entelektüel mahfilin, bu mekâna karşı anlamlı bir duygu yoğunluğu ile bağlılık hissettiği anlaşılıyor.

Kültür Bakanı Ömer Çelik, sinemanın şimdi olduğu yerden birkaç kat yukarıya taşınacağını, yıkılıp yok edilmesinin söz konusu olmadığını açıklamış. Açıklamadan mekânın şu anda kimin mülkiyetinde bulunduğu ve nasıl bir hususiyet taşıdığı anlaşılmıyor. Bakan söylediğine göre Kültür Bakanlığı ile bir şekilde ilgili demektir fakat üzerinde durmak istediğim şey, mülkiyet meselesi değil; Taksim meydanında inşaat kazısı devam etmekte olan eski topçu kışlasının yenilenmesi projesi üzerinde de hayli yoğun bir basın tepkisi meydana geldi; bu tepkilere, Maksem binası civarında yapılacak cami de dâhil.

Beyoğlu ve Taksim üzerinde yoğunlaşan esirgeyici entelektüel hassasiyeti nasıl anlamak lâzım geldiği meselesi ciddiye alınmalıdır. Bu hassasiyet sadece Beyoğlu ve civarındaki tarihî yapıların olduğu gibi korunması düşüncesinden yola çıkmıyor; muhtevasında şöyle bir mânâ daha var: Bu gibi projelerin hükümet ve Büyükşehir Belediyesi eliyle yürütülmesi de ayrıca tepki çekiyor. Geçen hafta başında Emek Sineması’nı işgal ederek gösteri yapan topluluk, bu gibi projelerle hükümetin, hayat tarzlarına sistemli şekilde müdahalede bulunduğuna inanıyor olmalı. “Küçük mevzilerde direnmezsek, daha büyükleri başımıza gelebilir” endişesi bâriz şekilde hissediliyor bu tepkilerde.

Mesele sadece tarihî çevreye karşı saygı ve koruma hassasiyeti çerçevesinde algılandığında kendimi protestocu çevrelerin yanında hissettiğimi söylemem gerekir; ayrıca bu hassasiyetin sadece tarihî eserlerle sınırlı kalmaması gerektiğini de ilave etmeliyiz. Şehir sâkinlerinin, içinde yaşadıkları şehre karşı duydukları sorumluluğu dile getirmelerinden daha tabii bir şey olamaz. Yadırgadığım husus, bu gibi hassasiyetlerin hemen politik ve hayat tarzıyla ilgili bir dayatma algısına dönüştürülmesidir. “Bu mekân bizim alışageldiğimiz hayat tarzının sembollerinden biridir” anlamına gelecek tepkiler, tepki sahiplerinin radikalleşmesine ve yalnızlaşmasına sebep oluyor.

Peki, hükümet veya İstanbul Belediyesi gerçekten belediyecilik araçlarını kullanarak birilerinin hayat tarzını dönüştürmeyi ve tek tipleştirmeyi amaçlıyor mu sorusuna serinkanlılıkla yaklaşalım; benim gözlediğim şeyler, bu gibi evham ve itirazları haklı çıkarmıyor. İstanbul, farklı ama birbiriyle tabii bağlantıları olan bölmelerde, farklı hayat tarzlarının yan yana, bazen iç içe yaşadığı çok zengin ve hareketli bir şehir. Gündelik hayat, farklı hayat tarzlarını çatıştırmıyor, yan yana akıp gitmelerine şahit oluyor. Elbette bu akış içinde belirli bir hayat tarzını savunanların sınırları içinde rahatladığı, dinlendiği, kendisini tazelediği ve yeniden hayata devam etmek için güç kazandığı özel akvaryumlar var. Alışveriş açısından Nişantaşı ile Mahmutpaşa, Kanyon ile Tahtakale aklıma ilk gelen farklı ve zıt karakter taşıyan mekân zenginliklerine örnek teşkil ederler. Beyoğlu’nun insanda hep acele etmek hissi uyandıran sürükleyici temposu beni hep tedirgin etmiştir ama orada kendini emîn ve rahat hisseden binlerce insanın varlığını tabii bulmama engel olmuyor; kezâ evleri dışında ancak herhangi bir AVM’de soluk alma imkânı bulan insanları şahsen yadırgıyor olmam, onları anlamama engel teşkil etmiyor.

İstanbul ve diğer büyük şehirlerimiz, küçük olumsuzluklara rağmen bütün heyeti itibariyle birlikte yaşamanın hayli olumlu örneklerini gösteriyorlar; bunun çok değerli sayılması gereken bir “Elde var bir” unsuru teşkil ettiğini düşünüyorum.

Büyük fotoğrafa baktığımda gördüğüm şey, üretim ve tüketim tarzlarımızın, herkesi biraz daha birbirine yaklaştırdığı merkezindedir. Muhafazakârlık, özellikle tüketim kültürü noktasında, teoride murad edilen yerden çok uzaklara doğru sürükleniyor; bundan ötürü hayıflanıyor değilim, tesbittir ve bu değişimin dahi öngörülmesi gerekiyordu. Toplumumuzun seküler unsurlarını bu konuda sağlıklı gözlem yapabilmekten alıkoyan faktör, geleneksel iktidar denklemlerinin artık işlememesi oldu. Sekülerlerimiz öfke ve isyan duygusu içinde bulunduğu için, her gelişmenin kendi zeminlerini oyduğu vehmiyle hareket ediyor, oysaki onlar da evriliyor ve toplumsal bir paydaşlığa doğru hareketleniyorlar. Sağlıklı gözlem yapabilmiş olsalar, aslında bu derece gergin ve vehham olmalarını gerektiren pek az şeyin varlığını hayretle görecekler.