Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Katılmayanlara saygı duyarım ama futbolun seyrini zevkli bulanlar-danım; futbolun oyun boyutundan sıyırarak abartılmasından, bir iş kolu, bir endüstri gibi görül-mesinden rahatsızlık duyduğum oluyorsa da tadında bırakıldığında futbol seyrini, hayatın küçük zevklerinden biri olarak görüyorum.

Ne var ki futbol, bir seyir zevki halinden çıkarak neredeyse başlı başına bir bakanlık konusu olacak derecede abartılı, mübalağalı bir sektör haline geldi. Bir maçta olup bitenlerin günlerce konuşulması, gazetelerin neredeyse yarı yarıya futbol sayfalarıyla yayınlanması ve ülkenin ciddi haber kanallarında antrenmanlarda cereyan eden küçük itiş-kakış veya sakatlanma haberlerinin bile sanki önemli bir habermiş gibi detaylandırılması hayır alâmeti değildir. Futbola atfettiğimiz önem veya futbolun seyir zevki, onun kendi cirmi ile orantılı olmalı ve öylece kalmalı.

Türkiye'de büyük kulüplerden birinin başkanı veya yöneticisi olmak, o kişilere ülke çapında büyük ün ve itibar kazandırıyor. Bunlar profesyonel futbol yönetici olmadıkları ve her biri kendi çapına göre farklı bir işkoluyla meşgul oldukları halde futbol yöneticiliğini, ihtimâl asıl işkollarında karşılaştıkları problemleri rahatça aşmak, işlerini geliştirmek, çevre edinmek gibi sebeplerle çok önemsiyor ve bu uğurda gerekirse orta halli birinin dudaklarını uçuklatacak derecede şahsi masraflara girişmekten kaçınmıyorlar. Antrenman toplarını temizleyen adamdan kulübün çamaşırcısına, futbolcudan teknik adama kadar işi bilfiil yürütenler profesyonel kimlik taşıdığı halde yönetici takımının 'amatör ruh'la futbol yöneticiliği yapmasında bir garâbet olduğu şüphesizdir ve bu mesele henüz kimselerin dikkatini çekmiyor.

Futbol büyük hızla "sadece futbol" olmaktan çıkarak ucu mafyavari karanlık ilişkilere, iş takipçiliğine, nüfuz ticaretine bulaşan bir endüstri haline gelirken, yöneticileri de bana göre 'haybe'den kazandıkları itibarı korumak için kendi işkollarında asla müsamaha etmeyecekleri ilişkiler içinde bulunmayı işin tabiatından sayıyorlar. Anadolu kulüplerindeki durumdan tam haberdar değilim fakat büyük kulüplerde yöneticiler, kulüp üzerindeki denetim ve iktidarlarını devam ettirmek için adeta profesyonelleşmiş bir seyirci kitlesiyle işbirliği içine giriyorlar. Futbol yazarlarının ayrıntılarını daha iyi bildiğini sandığım bu ilişki, "neredeyse profesyonel" futbol seyircilerine bedava maç bileti sağlanmasından, deplasman seyahatlerinin masraflarının karşılanmasına, hatta stadyuma biletsiz seyirci sokulması yoluyla haksız kazanç elde etmesine, bu taraftar güruhunun icabında basına karşı bir tehdit unsuru gibi kullanılmasına kadar çeşitlenebiliyor. Yöneticilerin maç esnasında tribün hakimiyetini de ellerinde tutarak takımın sıradan seyircilerini bile yönetebilmesi de cabası.

Geçen hafta bir lise öğrencisinin kendisiyle aynı takıma gönül vermiş bir başka seyirci tarafından bıçaklanarak öldürülmesi, ümid olunur ki kulüp yöneticileri ile profesyonel seyirciler arasındaki kirli ve karanlık alışverişin deşifre edilmesine ve sona ermesine sebep olur. Eğer bu hadise, şimdiye kadar olduğu gibi "muazzez camiamızla ilişkisi yoktur; münferit bir katil vakasıdır; birkaç kendini bilmezin yaptığı hareket şerefli bir camiaya maledilemez" cinsinden uyutucu ve anlamsız demeçlerle geçiştirilecek olursa bu kabil yeni hadiselerin çıkması kimse için sürpriz olmaz. Kıyıdan köşeden görebildiğim kadarıyla bu cinayet vakası, futbol kulüplerinin hiç de ticari ve profesyonel olduğu ileri sürülemez usullerle yönetilmesi ile yakından ilgilidir. Takım taraftarlığını neredeyse "Falanjlar" gibi paralı askerlik veya çıkar karşılığı fedailik üslubuna dönüştüren bu mekanizmanın artık kökünden temizlenmesi gerekiyor. Bana göre konu, doğrudan zabıta meselesi olmaktan ziyade büyük kulüplerdeki iç iktidar mücadelesi ile doğrudan ilgili olduğu gibi meselenin siyasetle ilgili boyutları da ihmâl edilmemelidir. Futbol kulüpleri, genellikle taraftar desteğini ve kulübe yönelmiş kitle sempatisini tampon gibi kullanarak siyasi kuruluşlarla çok rahat ilişki kurabilmekte, icabında kamu kurumlarından kulüpleri lehine olmayacak imtiyazlar talep edebilmektedirler; öyle ki iktidardakiler kim olursa olsun futbol kulüpleri ilişki kurmakta zorlanmaksızın kendi kulüpleri lehine arsa, tesis, kredi gibi talepleri iletirken büyük futbol kulüplerinin lehindeki popüler sempatiyi alabildiğine sömürebiliyorlar. Meşhur kulüpler ve onların yöneticileri üzerinden büyük kitleleri memnun edecek ricaları karşılamak politikacıların son derece işine geldiği ve hiç emek sarfetmeksizin büyük propaganda imkanı sağladıkları için bu kirli ilişkilerde onlar da futbol yöneticileri kadar sorumlu sayılmalılar. Küçük bir misalle meseleyi şimdilik noktalayalım: Bugüne kadar bir futbol kulübünün ruhsatsız inşaat sebebiyle cezaya uğradığını veya vergi kaçakçılığı gerekçesiyle hakkında işlem yapıldığını duyanınız var mıdır?

"Stadyumda bir kendini bilmezin işlediği cinayeti bu kadar abartmaya gerek var mı?" diye düşünenler olabilir; burada sadece bir tesadüfi cinayetten değil, bütün taşları yerine oturtacak derecede kapsamlı bir düzenleme ve temizlikten söz ediyoruz:

Futbolun sadece futbol olarak kalabilmesi için!

AKLINIZDA BULUNSUN: DÜNYANIN TÜRKÜSÜ'NÜ MUTLAKA DİNLEMELİSİNİZ!

"Buzuki" lakabiyle ünlenen Orhan Osman ismini, müziğin hasıyla ilgilenenler zaten bilir ama bu sanatçı, daha çok sayıda insan tarafından tanınmayı fazlasıyla hak ediyor. Daha önce albümlerinden tanıdığım Orhan Osman, bir süreden beri TRT 2 kanalında perşembe akşamları 20.30'da (program pazar günleri öğle sularında tekrar ediliyor) "Dünyanın Türküsü" adıyla nefis bir program yapıyor. Programın klasik akışı şöyle: Orhan Osman o akşam Türkiye'nin en iyi müzik icra eden müzisyenlerinden birini davet ediyor; bu kişi genellikle sanatında ustalaşmış bir sâzende (enstrümentelist) oluyor. Kısa bir takdim faslını müteakip orkestra refakatinde her iki sanatçı sazlarını alıp stüdyo ortamında canlı icrâya başlıyorlar.

Medhetmeye gerek yok. Yapılan müzik, "Dünyanın Türküsü" ismine yaraşır üslûbu ve muhtevası ile Türk müziği ile uzaktan yakından akraba bütün ülkelerin müziklerinden derlenmiş seçme eserlerle su gibi akıp gidiyor. İşin en kötü yanı, yayının sadece yarım saat sürmesi. Dimağınızda müziğe ve sanata doymamış bir hisle "Bundan sonra başka bir şey seyredilmez" diyerek televizyon başından kalkıyorsunuz.

Televizyonun başı, sonu, ortası belirsiz alalâde ve malâyani şeylerin akıntısından ibaret hale geldiği bir vasatta böyle kaliteli ve seviyeli programların ve sanatçıların özel bir parantez içine alınarak takib edilmesi lazım.

Dinleyince hak vereceksiniz; adı "Dünyanın Türküsü", perşembe akşamları 20.30'da.