Hâşim'in mânevi torunları veya zihnî hayatımızda "Cedd-i Ekber" mesele

Sencer Divitçioğlu, "Düzenin Yabancılaşması" isimli eserinde, Türkiye'de modern siyasî hayatın iki ana damar üzerinde geliştiğini savunan ve 60'lı yılların sonunda hayli yankı uyandıran bir tez ortaya koymuştu.

Bu teze göre Yeniçeri-Esnaf-Ulema ittifakının teşkil ettiği "doğucu-İslamcı" halk cephesi, siyasi hayatın modernleşmesi esnasında Jön Türk kuşağı'nda Prens Sabahattin tarafından temsil edilmiş ve daha sonra bu siyasi gelenek Hürriyet ve İ'tilaf Fırkası, I. TBMM'de "İkinci Grup", Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka, Demokrat Parti ve Adalet Partisi ile devam etmişti. Profesör Küçükömer, toplumun benimsediği temel değerlere "dayanan" niteliğini önemle vurgulayarak bu geleneğin aslında "sol" nitelik taşıdığını iddia etmişti. Diğer ana damar ise "batıcı-laik ve bürokratik" çevrelerin ittifakını "temsil eden" İttihat ve Terakki, I. TBMM'de "Birinci Grup", ardından CHF ve CHP ve nihayet 1960 darbesinde CHP-MBK dayanışması ile varlığını sürdürmekteydi. İdris Küçükömer'e göre bu siyaset geleneği, toplumun değerlerine karşı devletçi elitlerin tepeden inmeci tercihlerini savunduğu için (esasen muhafazakâr tabiatına atıfta bulunularak) "sağ" sıfatıyla nitelenmişti. 1970 tarihinden sonra bu ana damarların hangi kurumlarla devam ettiğini kestirmek için ise herhalde siyaset bilimcisi olmaya gerek yok.

Bu tez, tashihe muhtaç yanlarına rağmen oldukça fikir açıcıdır ve günümüzde de varlığını sürdüren iktidar denkleminin nasıl teşekkül ettiğini göstermesi bakımından da çok önemli dikkatler ihtiva eder. Evvela sol ve sağ kavramlarının Türk siyasi hayatında ne kadar yanlış anlamlar yüklenerek benimsenmiş olduğunu teşrih etmesi bakımından bu teori çok önemlidir. Solun ve sağın birer siyasi kutuplaşma belirten tabirler olarak birbirinin yerine kullanılması o kadar zihin karıştırıcı etkiler yapmıştır ki, neredeyse bütün siyasi hayatımız kavramlaştırma açısından bir anlam curcunasına sahne olmuştur: İnkılâpçılık, gericilik, devrimcilik, muhafazakârlık, ilericilik, halkçılık, liberallik, demokratlık ve hatta sosyalizm bile, yakın dönem siyâsi hayatımızı anlamak için araştırıcılara kolaylık sağlamak yerine, onları pek kaygan bir zemine sürükleyip bırakır. Cumhuriyet tarihimiz bu nokta-i nazardan siyasi kavramların çok incitildiği ve adeta ihânete uğratıldığı bir anlam karmaşası olarak değerlendirilse yeridir.

Sözü getirmek istediğim yer başka; siyasi kavramlar ve kurumlar eğer modernleşme tarihimizle birlikte bir "mânidar silsile" teşkil ediyorsa, aydın dediğimiz o enteresan tipin de kendi içinde buna benzer silsileler ve kollar halinde neslini devam ettirmesi gerekir diye düşündüm. Tabii bu hususta esaslı bir fikre varmak için en azından doktora çapında ciddi bir araştırmaya ihtiyaç vardır fakat en azından bir zihin jimnastiği teşkil edebileceği ümidiyle zihnî çentikler açmayı deneyebiliriz. Mesela ben böyle bir doktora çalışması yapıyor olsaydım, günümüzün itibarlı, düşünce ve eylemleriyle bir şeyleri temsil niteliğini haiz ve hatta karizmatik aydınlarını bir kağıda listeleyerek işe başlardım. Gazeteciler, akademisyenler, yazarlar, bürokratlar, siyasetçiler, kanaat önderleri, sivil toplum liderleri gibi insanlardan müteşekkil bu liste, bir adım sonra kendi içinde gruplaşmaya başlardı. İşte o zaman ilk teorik problemle yüzyüze geleceğimi şimdiden tahmin edebilirim: Kim, kimlerle, hangi müşterekleri paylaştığı için aynı gruba girecek ve daha önemlisi bu grupları isimlendirirken hangi kavramlara müracaat edeceğiz? Sol ve sağ kavramlarının böyle bir tasnif için ne kadar kullanışsız olduğu âşikâr; peki, "Devletçi-Liberal" polaritesine göre bir tasnif yapılsa ne kadar ayrıntı görmezden gelinmiş olur ve böyle bir gruplandırma ne derece anlam taşır? "Laik-Müslüman" ayrımı işe yaramaz çünkü her iki kavram da önceden sayfalarca izahat verilmeksizin doğru anlam taşıyacaklarına güvenilmeyecek kadar "siyâseten" kirlenmiş durumdadır: "Dürüst-hilekâr", "omurgalı-belkemiksiz", "millici-beynelmilelci", "kaliteli-kalitesiz", "hain-kahraman" vb... Evet, bu kavramlar kullanılarak bir tasnif yapılamaz ama aslında kâğıdın üstündeki liste, bir şekilde kendi arasında gruplaşmaktadır. Kıssadan hisse: Kavramların bu kadar kötü tarif edildiği, keyfe tâbi tarzda istismara uğradığı bir zihin ikliminde sosyal ilimle uğraşanların hâli, tek kelime ile "melâl"dir. Meselâ yakından tanıdığınız aydınlardan birkaçının ismini kâğıda yazarak küçük bir gruplandırma teşebbüsünde bulunduğunuzda "etiketleme"nin ne kadar hassas ve sorumluluk isteyen bir iş olduğunu farkedebilirsiniz.

Peki, şöyle veya böyle bir gruplandırma yapmakla iş bitmiş oluyor mu? Yaşayanları tasnif ettik, peki önceki kuşak? Aynı sıkıntı önceki kuşaklar için de vârid; ne var ki bu gayretin, "Türk aydınının soy atası" sayılabilecek isimlere ulaşıncaya kadar geriye doğru yürütülmesi gerek; sonra tek tek bağlantılar, benzerlikler, farklılıklar ve sebepleri analiz edilmeli. Belki böylece Profesör Küçükömer'in "siyaset geleneği" için kurduğu teorinin bir benzerini "Türk aydınının soy ağacı" çıkarılarak kurabilmek mümkün olacaktır. Diyelim ki araştırma sona erdi; "Ne bulmayı umuyorduk ve ne bulduk?" suali, her ilmî araştırmanın sonunda mutlaka yer alması gereken bir "teoriyle hesaplaşma" seansıdır. Bana göre böyle bir araştırmadan kazanbileceğimiz en manidar netice tek kelimeyle vuzuhtur.

Vuzuh! Meselâ Abdullah Cevdet, Türk aydınının yakın ceddinden bir isim olarak tesbit edildiğinde, onun ellili yıllardaki veya bugünkü "hayrülhalefi" kimdir sualinin cevabını pek merak ederim; peki Süleyman Nazif hangi "mekteb" veya "entellektüel meşreb"in adamıdır? Bu akrabalık ilişkilerini tam bir vuzuhla bilmeden Türk aydınının ne sosyolojisi, ne de psikolojisi üzerine konuşmak daima eksik kalacaktır. Meselâ Tunuslu Hayrettin Paşa'nın mukakkibi var mıdır; ya Ahmet Cevdet Paşa'nın? Peki daha önce hiç Nüzhet Sâbit veya Gümülcineli İsmâil adını duymuşluğumuz var mı? Bugün entellektüel hayatımızda Ahmet Mithat Efendi'nin vârisi veya vârisleri kimlerdir? Günümüzün Falih Rıfkı'sı, Ahmet Emin Yalman'ı, Hüseyin Cahit Yalçın'ı kimdir diye düşünseniz aklınıza hangi isimler gelir? İştirakçi Hilmi Bey'in rûhu kimde yaşıyor; Meclis-i Meb'usan reisi "pozitivist" Ahmet Rızâ Bey zihnî planda gerçekten ölmüş sayılır mı; yoksa bu teori tamamen asılsızdır da, Türk aydını her kuşakta yeniden kendini yoğuran "babasız" ve öncesiz bir mahlûk mudur?

Belki daha önce bu meselede vuzuhu bulmayı murad edinen bir çalışma yapılmıştır da ben farkında değilim; mümkün. "Yeniçeri ile Yahudi" fıkrasında olduğu gibi bu dikkatle henüz karşı karşıya geldiğimi itiraf ederim; bende bu dikkati uyandıran eser ise Beşir Ayvazoğlu'nun Ahmet Hâşim hakkında kaleme aldığı yeni kitabı oldu(*). Ahmet Hâşim, bugün daha niceleri gibi edebiyat meraklıları dışında bilinir ve tanınır bir isim olmaktan çıktı. Lise talebeleri de Hâşim'i belki sonbahar renklerini mısralarında tutuşturan bir Fecr-i Âti şairi olarak hatırlayabileceklerdir. Ne var ki Ahmet Hâşim bu itinalı çalışmada evvela şair veya entellektüel olarak değil, bir insan olarak karşımıza çıkıyor; şairler ve entellektüeller hakkında hüküm verme kolaydır çünkü onlar hakkında genellikle eserlerinden yola çıkarak hüküm veririz; "insan", mutlaka daha fazla ve ne kadar fazla olduğunu asla bilemeyeceğimiz bir şeydir ve insanlar hakkında hüküm vermek çoğu kere imkânsızdır. Beşir Ayvazoğlu'nun Ahmet Hâşim kitabı, edebiyat tarihinin raflarında kalacak bir eser; bu insana dair bir eser ve onun için Sayın Ayvazoğlu'nun eserini ciddiye alıyorum; insana dair her eser, diğer insanları da anlatır ve böyle kitapları okurken biz hep kendimizi sınarız. Latin şairinin, "Ne gülüyorsun; anlattığım senin hikayen" hatırlatmasının gerçek anlamı bu gibi eserlerde daha yakından hissediliyor.

Kitabı okuyanların zihninde benimkine benzer bir merakın mutlaka uyanacağını tahmin ediyorum: Ahmet Hâşim'in entellektüel ceddi kimdir; bugün Ahmet Hâşim'in zihnî hayatımızdaki rolünü ve yerini kimler sürdürüyor? Meselâ Ahmet Hâşim'in dine karşı kayıtsız ve ilgisiz bir yazı adamı olduğunu tahmin bile etmezdim; hayır, onu gıyâbında yargılamak bizim işimiz değil ama Hâşim'in tercih ettiği dil ve üslûp, yazılarında ve şiirlerinde savunduğu millî ve medenî değerler, böyle bir nüansın bilinmesinden sonra bir başka türlü değerlendirme ihtiyacı hissettiriyor bana. Beşir Ayvazoğlu sadece, akıcı ve selis Türkçesi'nden ötürü kolay ve zevkle okunan bir kitap yazmakla kalmamış, zihinde çentikler açan, merakı kamçılayan ve sualleri tomurcuklandıran bir portre kaleme almış olmakla esaslı bir teşekkürü hakediyor bana göre. "Peyami"den sonra yazdığı "Hâşim" kitabı, Beşir Ayvazoğlu'nu, günümüzün en iyi "biyograf"larından birisi yapıyor. Sevgili dostumun çalışma tarzındaki velûdluk ve kalite yüksekliğini görünce, vaktiyle onun akademik kariyer vâdisine düşmemiş olmasına çok memnun oluyorum.

Sadede gelelim; kim bir nefeste Ahmet Hâşim'in mânevi torunlarından en az birkaçını sıralayabilir?

(*) Beşir Ayvazoğlu, Ömrüm Benim Bir Ateşti; Ahmet Hâşim'in Hayatı, Estetiği, Dramı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2000, 328 s.


Kaynak (Arşiv)